23 Eylül 2017 Cumartesi

Muhammed el Erzincani Ks'un Hayatı





HAZRETİ
EŞŞEYH MUHAMMED ERZİNCANİ
(kaddesellahu esrarehu)


Muhammed Nayir Hazretleri 1930 yılında, Şeyh Ahmet Ziyaüddin Hazretlerinin de memleketi olan Gümüşhane'nin Çayırardı köyünde dünyayı teşrif etmişlerdir. Babası Abdülkadir Efendi, annesi Arife Hanımdır.

Doğdukları zaman ağabeyi bir buçuk, iki yaşındaymış. Hatta dedesi, ağabeyinin sütünü yarım bıraktı diye kızıyormuş: Allah rahmet etsin Abdülkadir Efendi, annesine : "Bu çocuğa abdestsiz olarak süt emzirme!" demiş. Böylece doğumumdan itibaren annesi, hazreti, abdestsiz bir halde emzirmemiş."

Ailesi 1934 yılında, Çayırlı kazasının Çaykent köyüne İskân kanunuyla yerleşmiştir. Burada ailece çiftçilik yaparak geçimlerini temin etmişlerdir. 5-6 yaşlarında iken, o sırada köye gelen Oflu Fikri Hoca adında bir zattan, hafızlık tedrisine başlamıştır. Ağabeyisi ile her gün 1,5-2 sahife ezber yaparken gözlerinde başlayan bir rahatsızlık sonucu, çalışmalarını bırakmak zorunda kaldı. Kendileri şöyle anlatıyor;

"O zamanlar ilim tahsil etmek çok zordu. Abimle beraber Fikri Hoca'dan ders almağa başladık. Sesim güzel olduğu için ebeveynim hafız olmamı istiyordu. Her gün 1.5-2 sahife ezber yapıyorduk. Bir ara gözlerimde bir rahatsızlık hasıl oldu. Kuran'a bakarken gözlerimden yaşlar boşanıyordu. Artık okuyamıyordum. Tedavi etme imkânı olmadı. Demek ki nasibimiz o kadarmış. O ara, Ubeydullahı Ahrar (kadesellahı ahrarı)okuyor ve onunla teselli buluyorum. Şeyh Şahabeddin hazretleri, bu zatın babasını ikaz ederek; "Bu çocuk ilerde çok büyük zat olacak. Bunun terbiyesine dikkat edin!" buyurmuş. Annesi, babası bu söz üzerine hazretin terbiye ve âdabına özen göstermişler. Ancak o da Misbak'tan birkaç sahife okumuş, gerisini getirememiş. Sonra evliyaullahı, meşayıh, medreseleri gezmeğe başlamış. Onu gören âlimler: "Bu, ilerde büyük bir adam olur." derlermiş. Okuduğu az olduğu halde, âlimler arasında vuku bulan bir meselenin altından yalnız o çıkabilmiş. Hafızlığı bırakınca, bu olayla teselli buluyorum."
 Hazret, hafızlığı bırakmış; ama okumayı terk etmemiştir. Bu sırada çiftçiliğe devam eder. ama içinde hafız olamamanın acısı vardır. Bu acıyı şöyle anlatır:

"Küçük yaşımda çiftçilik yapıyorum. Bu sırada abim hafızlığa devam ediyordu.." Ama ben her fırsatta okuyorum. İçimde bir aşk, bir muhabbet var. Ben, kendimi unutmuşum; rüyalarda ağlıyorum, beyitler söylüyorum. Büyük zatları ziyaret ediyorum, ama içimi okuyamamanın acısı sarmış. Hatta anneme, babama: "Abimi okuttunuz beni okutmadınız. Ben sizden hakkımı alırım" diyerek sitem ediyorum. Bir gece babaannemle misafir odasında uyurken bir rüya görüyorum. Abim okumak için Of'a gidiyor. Ben de gideceğim diye tutturuyorum. Kendi kendimi hazırlıyorum. O ara baltayı almak için eve girip çıktığımda abimler gitmiş oluyorlar. Başladım rüyada ağlamaya. Uyandığım zaman hâlâ ağlıyordum ve annem beni susturabilmek için epeyce uğraşmıştı. Ama sonuçta kendi köyümüzdeki Fikri ve Abdürrahim hocalardan Arapça okumağa başladım."
Hazret bir yandan çiftçilik yaparken, diğer yandan köyde Arapça okumağa devam eder. Bu arada İslam Hoca adında bir zattan da Sarf-Nahiv dersleri almağa başlamıştır. Bu dönemler siyasal açıdan çalkantılı Millî Şef dönemidir. Güçlükler, zorluklar, engellemeler vardır.


Kendileri şöyle anlatıyor;
 "Abimle bir gün köye gittik. Babam bir iş için göndermişti. Oradan dönüşte Camurdere içinden geçerken Jandarmalar başlarımızdaki beyaz takkeleri aldılar. Henüz 12 yaşlarındaydım. Çok ağlamıştık abimle. Zaten medreselerde okurken, kapıya bekçi koyardık. Ezanı da uzun süre Türkçe okumak mecburiyetinde bırakılmıştık."
Efendi Hazretleri 1952 yılında İstanbul'a gider. Bundan sonra yazları köyde rençperlik yaparak, kışları İstanbul'da okuyarak geçirir"
Kendileri şöyle anlatıyor;
"İstanbul'da Abdullah efendiden Nurul-İzah okuduk. Edirnekapı camisinin medreselerinde kalırdık. Biraz Kızılay'ın yardımlarıyla, biraz kendi gayretlerimizle geçimimizi temin ediyorduk. Kızılay, sabah kahvaltısı veriyordu. Kahvaltıya yetişemeyince, o gün öğleye kadar aç kalırdık. 5 kuruş verip de tramvayla yolculuk yapacak durumumuz yoktu. Bazen 5-10 kuruş karşılığında pasta alır, onu yiyerek idare ederdik. Köyde, İslam hocadan her ne kadar okuduksa da, İstanbul'un talimi, kıraati karşısında bizim okuduğumuz elif, minare gibi oldu." Hazret ,Fatih Dülgerzâde Camisinde Kesik Bacak İsmail Efendi'den Talim dersleri alır, Abdullah Efendiden Arapça, Mahmut Efendiden Kâfiye okur.
Kendileri şöyle anlatıyor;
İsmail Hoca, hiçbir zaman makam yapmazdı, hurufat üzere okurdu. Arkadaşlarım gider, gezer dolaşırlardı. İstanbul'da gezilecek yer mi yok. Ben kışın o soğuk günlerinde yorganı dizlerime alır, ders çalışır ve o dersi teslim ederdim.Güzün gider, baharda köye dönerdim. Sübhaneke'yi bir haftada geçtim. Halbuki arkadaşlarım en az bir ay çalışmışlardı. Ben işimi artık kolaylaştırmıştım. "Bu sırada Hacı Süleyman efendi Usûl, Tefsir okutuyor. Talebesi arasında vaizler, müftüler, hocalar vardı. Onu dinlemeye gidiyordum. Dinlerken yüzüne bakıyorum. Mübarek insan, metni birine okutuyor; sonra kendisi o metni açıklıyor. Sesi, sanki bir perde arkasından gelircesine etkili oluyordu. Hacı Süleyman efendinin mürşit olduğunu bilmiyordum. O günlerde, bendeki eski haller tekrar başladı. Bir aşk, bir muhabbet... Biri tatlı bir Kuran okuduğunda etkileniyorum; binlerce kişinin arasında bile ya ağlıyorum, ya da bağırıyorum. Muhammed Maşuk hazretlerine gittiğimde şunu söylemişti: "Senin buraya gelmen, helâl lokma, helâl lokma" Evet annemin, babamın helâl lokması ile olacak, ben sürekli cezbeye kapılıyorum. Bir gün vaiz İsmail efendiye dedim ki; "Bu haller, güzel haller. Bu halleri ustasına teslim edelim ki eğitsin. Böylece bir şeyler kazanalım, kaybetmeyelim. Bana böyle bir meşayıh göster." Vali İsmail efendi; "Hacı Süleyman efendi meşayıh tandır. ondan okuyanlar, onun mürididir, dedi. Ben de ona mensubum." Kalktık, birlikte Arpacılarda, Sirkecideki damadının evine gittik. Böylece tarikata dahil oldum. Hatta bana, başıma örtmem için bir bere vermişti. Verdiği emirler üzerine çalışıyordum.
Efendi hazretleri kendisinin Hacı süleyman efendidninde halifesi olduğunu söyler.Muhammed Maşuk Hazretlerine Hazreti ısmarlamıslar.
 Efendi Hazretleri, gençliğinde vücutça yapılı, gürbüz bir insandır. Akranlarına göre oldukça iri ve güçlüdür. Kendileri şöyle anlatıyor;
"Edirnekapı Camisinin medreselerinde kalırken Esat Geredeli de bu caminin imamlığını yapıyordu. Bu medreselerde kalan talebeler çoktu. Değişik vilayetlerden gelenler vardı. Gönenli Mehmet Efendi, bizim üzerimizdeydi. Bu arkadaşlardan bazıları, akşamlan geç saatlerde dönüyorlardı. Esat Geredeli Hoca, bir gün bizi topladı: "Bu böyle olmaz. Bu talebeler neden geç geliyor, dedi. İçinizden birini seçeceğim. Akşam sekizden sonra odaları dolaşacak ve kimi bulamazsa, adını bildirecek." Sonra beni seçti. Dedi ki; "Buna iyi bakın; bir tokat attığı zaman sizi düşürür mü düşüremez mi?" O zamanlar gelişmiştim. Arkadaşlar: "Buranın halkına yalnız sen benzedin" derlerdi.
 Talebeler, Ramazan ayını İstanbul dışındaki köylerde geçirirler. Böylece teoride öğrendiklerini uygulamada güçlendirmek isterler. Bunun için gittikleri köylerde imamlık yaparak, vaazlar vererek, hatimler okuyarak Ramazan'ı değerlendirirler. O yıl. Efendi Hazretleri de İstanbul dışına çıkar.
Kendileri şöyle anlatıyor;
"Ramazan gelince binlerce talebe İstanbul dışına çıkardı. Ben hiç gitmemiştim. Mercanlı, Hüseyin isminde bir arkadaşım vardı. Bana Lüleburgaz taraflarına gitmeyi teklif etti. Gidip Lüleburgaz'ın imamının kardeşi Hasan Akkuş'tan bir yazı aldı. Yolda yazıyı okudum : Kuran okur, mukabele-hatim okur, teravih kıldırır, güzel vaaz eder. Vaaz eder, cümlesini okuyunca işte. dedim, bu olmadı! Evet bir şeyler okurduk; ama mükemmel vaaz eder, deyince çekindim. Ama artık öyle yazmış; bakalım bunun altından ne çıkacak. Lüleburgaz'a gittik. Merkez Caminin önünde talebeler toplanmış, yer bulamıyorlar. Yazıyı içeri gönderdik. Biraz sonra bizi içeri aldılar. İmam efendi : "Gelenlerin hepsi hafız... bir tane vaiz yok. Bak ne güzel! Senin yerin hazır." Sonra beni bir camiye gönderdi. Zatın biri bana Kuran okutturdu. Kapının önüne bir sergi yaymışlar, para topladılar. Meğer o para benim içinmiş. Bilmiyordum, bana ağır geldi; ama oradakiler ağzıyla isliyor. O zat, beni eve götürdü. Çoluk çocuğunu topladı. Bana yine Kur'an, mevlit okutturdu. Oradan Müftülüğe gittik. Okuduğum kitapları yanımda götürmüştüm. Müftü imtihan yapmadı. Beni tekrar köye gönderdi. Köylülerle anlaştık. Artık ramazanlarda bu köy ve çevredeki dağlık köylerde namaz kıldırıyor; sohbet, nasihat ediyordum."
1955 yılına kadar yazlan köyde rençperlik yaparak, kışları İstanbul'da okuyarak, Ramazanları taşrada çalışarak gençlikte yol alır.

Askerliğini 1955 yılından itibaren 24 ay olmak üzere Erzurum'a bağlı Kandilli'de yapmıştır. Burada piyade eğitimi gördü. Ancak askerliği sırasında subaylara Kur'an-ı Kerim dersleri okutur. Kendileri şöyle anlatıyor;
 "Piyade eğitimi görürken, subaylar okumuş olduğumu öğrendiler. Subayları, bilhassa yedek subayları okutmağa başladım. Herkes talim yaparken, ben subaylara Kur'an-ı Kerim'i öğrettim. Ramazan yaklaşmıştı. Yüksek rütbeli subaylar, bir arkadaşımla beni çağırdılar. Bana ezan okuttular. Ben ezanı henüz bitirmeden: "Tamam, dediler, bundan sonra tugayda ezanları sen okuyacaksın." Tugayda Topçu Dershanesinde Cemal adında bir üsteğmen vardı. Lakabı Kulak Çeken'di. Yani kulak çeker, çeker; sonra arka üstü düşürürdü. Bir tabur, ondan korkardı. Ramazan ayı gelince, o da beni görevlendirdi. Askerlere Cuma namazında ve akşamlan vaaz ediyor. Cuma namazlarını ve Teravihleri kıldırıyordum. Piyade eğitimi bitti; ateşe gittik. Bir üsteğmen var, hiç ayık gezmez. Ateşe gittiğimizde 70 kişiydik. Üsteğmen esip savuruyordu. Onun birinci çadırda olduğunu görünce ben üçüncü çadıra gittim. Bizi yetiştiren teğmen, çavuş hedefi pek vuramıyorlar. Bunun için de kızıyorlar. Ateş etme sırası bana gelmişti. Bir mermi attım, tam ortadan vurmuşum. İkinci mermi, üçüncü mermi... Gene aynı hedeften... Yanımdakilerin yüzü gülmeye başladı. Artık dördüncüyü nereye atarsan at. Dördüncüyü de attım, o da tam hedefe isabet etti. Sarhoş üsteğmen yukardan bağırdı : "Üçüncü çadırda ateş eden kim?" "Hoca!" dediler. Beni yanına çağırdı. Askerlere hitaben; "Bakın dedi, bu asker hem dinî vazifesini yapıyor, hem de askerî vazifesini. Siz ikisini de yapmıyorsunuz." Bana o zaman bir lira bahşiş verdi." Dağıtım esnasında, yine bu üsteğmenin söylemesiyle 2. Batarya'da kaldım. Bir müddet sonra 18-20 arkadaşla birlikte beni Aşkale'ye çavuş kursuna gönderdiler. Burada 3 ay kurs gördük. Eğitimin sonunda ben kurs birincisi olarak çavuş olmuştum.
Bu sırada Efendi Hazretleri rahatsızlanmış, fıtık olmuştur. Erzurum Mareşal Çakmak Hastanesinde fıtıktan ameliyat olur.
Kendileri şöyle anlatıyor;
"Ameliyathaneye girdiğimde bir subayı ameliyat ediyorlardı. Ben. diğer hastaların ameliyatlarını görüp de moralim bozulmasın diye acele etmiş; ilk sıraya girmiştim. Ama gördüğüm manzara beni iyice endişelendirmişti. Hasta subayı bayıltmadan ameliyat ediyorlardı. Yağmurdan kaçarken doluya tutulduk. Beni de öteki masaya yatırdılar; ellerimi bağladılar. Diğer ameliyatı bitildikten sonra bana geldiler. Moralim bozuk; fakat cesaretim yerindeydi. Doktorlar hastalara ve ameliyatlara alışkın oldukları için, bana biraz merhametsizlermiş gibi geldi. Odaya götürdüklerinde acıdan ve ateşten konuşamaz haldeydim. 25 gün İstirahatle tugaya döndükten sonra, yüzbaşım tabur komutanıyla görüşüp, beni eve gönderdiler." İstirahatın bitiminde Efendi Hazretleri, Kandilli'ye döner. Geride kalan bir aylık askerliğini de tamamlar.

Askerlik  sonrası  Efendi Hazretlerinin Bayırbağ köyünde imam olarak görev yapmakta olan Ağabeyinin daveti üzerine imamlığa başlar. Bir yandan imamlıkla beraber köy çocuklarına ders verir, diğer yandan küçük çapta çiftçilik yaparak geçimini temin eder. Bu arada Arapça derslerine devam etmektedir.

Karakaya köyündeki görevi esnasında Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hazretleri vefat eder. Muhammed Nayır Hazretleri, bu vefat sonrasında tarikat tazelemek ister. Kendileri şöyle anlatıyor;
"Hacı Süleyman Efendi vefat edince, tarikat tazelemek istedim. Babamın şeyhi olan Şeyh Ahmed Efendi, beni küçüklüğümde severdi. Ondan ders almak istedim. Şeyh Ahmed Efendi'nin köyü, bizim köye 2-3 saat uzaklıktaydı. Yürüyerek köyüne kadar gittim. Beni görünce : "Git, Cuma namazını kıldır; vaaz et!" dedi. Camiye vardığımda bir hoca efendi Kur'an'ı okuyarak vaaz ediyordu. Vaazı bana bıraktı. Meğer şeyh efendiyle bu hoca arasında bir mesele varmış. Ben vaazımda bu konuya bilmeden değinerek meseleyi çözmüşüm. Cuma namazından sonra Şeyh Ahmed Efendi'nin yanına vardım. Ama o zat, bana ders vermedi. Halbuki değişik yerlerden çağrı alıyordum. Şeyh Efendi şöyle demişti: "Benden daha büyük bir zattan dersini tazelemeni tavsiye ederim. Demir ayakkabı, demir değnek alıp yıpranana kadar gezeceksin. Ama o zatı en yakınında bulacaksın" Evet, anladım ki bizim nasibimiz başka bir yerdedir ve bu yere Şeyh Ahmed Efendi işaret etmiştir.
Köye döndükten sonra rüyalar görmeğe başladım. İnsanlar bir araya toplanıyor, halkalar yapılıyor. Bu halkalara ben de giriyorum ve aşk ve muhabbetten kendimi kaybediyorum. Artık kimseyi tanıyamıyorum. Birgün rüyamda meşayıhtan birini gördüm. Cemaat olarak bir yere gidiyoruz; herkes abdest alıyor. Yukarıdan bir su akıyordu. Ben yukarıya gittim ve oradan abdest aldım. Uyandıktan sonra yukarıların Nurşen yöresi olduğunu anladım. Çünkü Piri Sami Hazretleri oralardaydı. Yukarıdan abdest almak buydu. Ve artık ışığı görmüştüm. Bu ışık, Piri Sami Hazretlerinin şeyhinin torunu olan Muhammed Maşuk (K.S.) Hazretleriydi.

Babamla beraber Erzurum'a gittik. Mevsim güzdü 1960 İnkılâbının akabindeydi; biz bir kamyonun şoför mahallinde Nurşen'e ulaştık. Muhammed Maşuk Hazretlerinin evi, Nurşen'den 3 kilometre kadar uzaktaydı. Oraya gidecek olan birkaç kişi daha vardı. Onlarla birlikte evine geldik. Kapıda dikilen birine kiminle konuşacağımızı sorduk. Bu, sonradan halife olan Molla Hasan'dı. Molla Hasan, bize şeyhi ve şeyhin babasını gösterdi. Babam sonradan derdi ki: "Gözlerim şeyh efendinin gözlerine takılınca, ben babasını unuttum"

Gençlik zamanımızdı. Sakal yok, elbiseler çok gösterişli. Bu halimizden Molla Hasan şüphelendi. Neyse biz halimize bakmadan Üstadla sohbet ettik. Sohbetle beraber yemekler yenildi, çaylar içildi. Ertesi gün Üstad-ı Azam beni tekrar kabul etti. Tövbe ve niyet ederek tarikata dahil oldum. Sabahleyin tövbe guslü yaptım. Üstad-ı Azamın emriyle Molla Hasan dersimi verdi. Oradan ayrılırken Muhammed Maşuk hazretleri kapının önünde bizi uğurladı ve 6 ay ile 2 yıl arasında gelmemi buyurdu. Böylece Erzincan'a döndük.

Dönüşte Muş üzerinden bir kamyonla gelirken Varto ile Hınıs arasında Hanıurpet Dağında kar yağmaya başladı. Araba, dağı tırmanamadı. Orada 24 saat kaldık. Allah'tan dergahta ekmek koymuşlardı. Özel bir ekmekti; ekmekleri idareli yiyorduk Ben Alvarlı Mehmed Efendinin bir gazelini söyleyince şoför ve muavinin çok hoşuna gitti. Çok tatlı bir âlem oldu. Gerçekten Allah yolunda yapılan her çalışma, eziyetle de dolu olsa bir sevince, bir bayram havasına dönüşür. Bir mürit, mürşidini ziyarete giderken acı çekerse pişmanlık duymamalıdır. O acıyı da bir rahmet olarak kabul etmelidir.".

Efendi Hazretleri bahar aylarında Üstad-ı Azamı tekrar ziyaret eder. Kendileri şöyle anlatıyor;
"Üstad-ı Azam baharda gelmemi işaret buyurmuştu. Bahar gelince Nurşen'e tekrar gittim, ama Üstad-ı Azam orada yoktu. Kardeşi Molla Nurettin Efendi, Üstad-ı Azamın Siirt'e Veysel Karani Hazretlerine gittiğini söyledi. Bana bir kağıt yazarak verdi ve ben Bitlis'te bir arabaya binerek Veysel Karani'ye gittim. O yörede şeytana tapan dürziler de vardı. Camiye girdiğimde Üstad-ı Azamı orada buldum. Cemaatle sohbet ediyordu. Onu görünce ben muhabbet dolu bir nara attım. Bir müddet konuştuk; ona gördüğüm rüyaları anlattım. Bir rüyamda Üstad-ı Azamla birbirimize sarılmıştık ve bende bir hal olmuştu.

Bundan sonra Üstad-ı Azam yola çıkmamızı emir buyurdu. Kurdelen'den Kok köyüne gidecek, oradan yolumuza devam edecektik Yola çıktık; atlara, katırlara, eşeklere binildi. Bana da bir merkep verildi. Yol üzerindeki bir köyde karakol komutanı başçavuş ve jandarmalar tarikata dahil oldular. Nakşibendi tarikatında dahil olmak, hatme ve teveccüh vardır. Sabahleyin teveccüh olacaktı. Üstad-ı Azam buyurdu ki "Başçavuş teveccühe gelmesin, ola ki kaymakam gelir." Teveccüh, sabahleyin erkenden oluyor, kaymakam da Baykan'daydı. Yani kaymakamın gelmesi uzak bir ihtimaldi. Sabahleyin Üstad-ı Azamın ilk teveccühünde bulunmuş oldum. Hazret, teveccühü hem erken, hem de acele yaptı. Teveccühten çıkıp yerimize geldiğimizde, kaymakamın geldiğini haber verdiler. Hemen sarıklarımızı çıkarıp belimize bağladık. Ama herkes hayret etmişti.

Oradan tekrar yola düştük. Bir ciple Zükayd köyüne gittik. Orada Üstad-ı Azamın iki halifesi var : Molla Fuzayl ile Molla Ali. Molla Fuzayl'ın evine gittik. Ben aşk ve muhabbetten değişmişim, simsiyah olmuşum. Ama adap hususunda pek bir şey bilmiyorum. Yani meşayıha karşı orturmak, kalkmak, yemek, içmek, konuşmak konularında bilgisiz olduğumuz için, oradaki arkadaşlar suizanna düştüler. Halife Molla Hüseyin'e bakıyorum, o ne yapıyorsa, ben de yapmağa çalışıyorum. Üstad uyuduktan sonra. Molla Hüseyin de yattı. Onu görünce ben de bir kenarda uyumağa başladım. Bu sırada oradaki gençler benden bahsediyorlardı. Benim yaptığımın adaba uymadığını, riyakârlık olduğunu söylüyorlardı. Onları duyunca kalktım ve ağlamağa başladım. Bunun üzerine dediler ki; "Biz yanıldık; herşey kalptedir; biz yanıldık."

Ertesi gün yatsıdan sonra caminin bacasında yattık. Üstad-ı Azamın yatağı öne, bizimkiler arkaya serilmişti. İstirahat esnasında Üstad beni yanına çağırdı ve bana kalp aleminden sordu. Karakaya köyünde imamlık yaparken, aynı köyden Hacı Muharrem adında bir arkadaşla. Ramazan'da itikâfa girmiştik. O sırada gördüğüm bir rüyayı hatırladım. Hanımımla ben bir odadayız. Bir oğlum oldu. Kendi kendime diyorum ki, şimdi babam gelir, ona karşı ayıp olur. Böyle düşünürken. ben gene de çocuğun yanında oturdum. Baktım ki ben 'Allah' diyorum, o da 'Allah' diyor; ben 'Lailahe illAllah' diyorum, o da Lailahe illAllah' diyor. Sonra yavaş yavaş büyümeye başladı ve ellerini kaldırdı, boğazımdan şoktu ve göğsümü sığadı. Sonra uyandım. Bu rüyayı anlatınca Üslad vorganı başına çekti ve istihareye yattı. O sırada herkes uyudu, sadece ben uyumadım. Sürekli okuyorum; Peygamber Efendimizin ruhuna, Mevlana Halid'in ruhlarına, bütün evliyanın ruhlarına okuyorum. Ve dua ediyorum: "Benim halimi Üstadıma bildirmelerini istiyorum; riyakârlık mı yoksa hakikat mi, nedir bu bendeki hal?" Gece biraz uyudum. Uyandıktan sonra abdest aldım ve yatakta bekliyorum. Yalnız Üstad-ı Azam kalktığı zaman, yanına gitmeyeceğim. Çünkü gidersem, bana birşey söylemez. Başkası gitmeli ve durumu öğrenmeliydi. Ve fecir atmak üzereyken Üstad-ı Azam yorganı sertçe attı, kalktı, oturdu. Molla Hüseyin yanına gitti. Dikkat ettim. Üstad-ı Azam şöyle buyuruyordu: "Huda, Huda, Huda. Valla Hocayı tamame, Valla Hocayı tamame." ondan sonra rahatladım ve ihlasım arttı.

Ertesi akşam Molla Fuzayl'ın üzüm bağına çıktık. Orada Üstad-ı Azam, Molla Hüseyin'e buyurdu ki "Hoca Efendiye "hatme havace"yi tarif et." Böylece hatme havaceyi öğrendim.

O aksam Üstad-ı Azam'la Molla Fuzayl bir kenarda sohbet ederken, diğerleri dağılmıştı. Ancak ben bir yere ayrılmadım. Molla Fuzayl Üstada "Efendim izin verinde Hoca Efendi istirahat etsin dedi" Üstad ise "Dursun feyizlenir ,burası kutbul irşaddır. Buraya gelen boş gitmez."  dedi.Bu sırada başımı kaldırıp yüzüne baktığımda tek gözünün bir elma kadar olduğunu gördüm ve ikinci defa bakamadım.

Yatma zamanı yataklarımıza çekildiğimiz zaman. Üstad-ı Azam etrafında birşeyler arıyordu. Ben yastığının alçak olduğunu düşünerek yanına yaklaştım; "Kurban, dedim, benim yastığım iki tane. Ben zaten alçak yatarım" Bu sözüm üzerine yüzüme baktı ve "Ben de alçak yatarım." dedi. Tabii utandım, çünkü tevazu göstermişti.

Ertesi sabah Kurdalan'a gittik, benim derdim bir iken bin olmuştu. Aslında dert derken, söylemek islediğim bu anlar benim için hem güzeldi, hem de dertti. İkisini de bir arada bulmuştum.

Kurdalan'da otururken ben saniyelerimi bile Üstad-ı Azam'sız geçirmek istemiyordum. Susuzluktan yandığım halde onun huzurundan ayrılmıyordum. Öyle ki susuzluktan simsiyah olmuştum, bu durumda bile ondan ayrı kalmak istemiyordum. O sırada bir sürahi dolusu buz gibi su geldi. Bu sudan bir bardak Fuzayl Efendi bana uzattı. Ben edepten, suyu almak istemeyince, dedi ki "Şeyh Efendi istiyor" Ben zaten yanmışım; o buzlu suyu içince sanki yeni bir hayat bulmuş oldum. İkinci bardağı da içince ben mest oldum. Üstadı Azam yan odada istirahat etmemi emir buyurdu. Odaya geçtim. Kur'an-ı Kerim'den beş yaprak okudum, sonra hasırın üzerinde uyudum. Rüyamda bir sokakta görüyorum kendimi .Bir yerde büyük büyük ekmekler pişiriyorlardı. Yanlarına yaklaştım. Biraz ekmek istedim. Vermediler; ertesi gün ekmek dağıtılacağını söylediler. Bu sırada uykudan uyandım.

Akşam bacada otururken rabıtamı kuvvetlendirmeye çalışıyorum. Üstad-ı Azam beni çağırttı. Üstat, cemaatten biraz uzaklaştıktan sonra buyurdu ki: "Maişetini nasıl temin ediyorsun?" Anladım ki bana bir vazife verecektir. Geçimimi çok kolay temin ettiğimi söyledim. Buyurdu ki "Molla Hüseyin de burada şahit olsun; inşAllah bizden vekâleten ders verirsin" Öyle söyleyince, anladım ki ekmekler yarına da kalmadı.

Sabah olunca Üstad-ı Azam beni yolcu etmelerini emir buyurdu. Bana sözü ise, "Hoca Efendi, sen Erzincan, ben yayla(Üstad kürtçe arapça ve farsça bilir ancak türkçesi zayıftır.Sohbetler kürtçe isede Efendi Hazretleri sohbetleri anlar)". Böylece Erzincan'a döndüm."

Efendi Hazretleri imamlık yaptığı köye geldikten sonra küçük yaştaki öğrencilerin yanısıra büyüklere de Kur an dersleri vermeğe başlar. Böylece yılını doldurur.Erzincan'a döndükten sonra ilk defa Mehmet Karakaya ve kendi hanımı Hacı Hatun'a ders vermiştir.Kendileri şöyle anlatıyor;
Erzincan'a döndüğüm zaman ziyaretime gelenler oldu. Bunların arasında komşumuz olan Mehmet Usta bir türlü yanımdan ayrılmadı. Sürekli ağlıyordu. Ağlamasının sebebini sorduğumda, "Sen oradan bir şeyler getirmişsindir", dedi. Evet bir şeyler getirmiştim. O zaman, bu Mehmed Efendiye ve Hacı Hanıma ders verdim. Bazen Mehmet Efendiyle, bazen da Hacı Hanımla hatme okumaya başladım. Böylece ilk derslerimi vermiş oldum."

Her yıl yaptığı ziyaretlerinden birinde Üstad-ı Azam'ın babası Masum Efendi, Muhammed Nayır Hazretlerine bastonunu hediye eder. Efendi Hazretleri bu bastonu boynuna takarak şöyle der : " Bana da bu yakışırdı. Ben bu kapının kelbiyim."(Allah bizi Sultanımızın kapısına kelb etsin.Amin.)
Kendileri şöyle anlatıyor;
"Bir ziyaretim esnasında, dönüş zamanım geldiği halde Üstad iki gün sonraya dönüşümü erteledi. İki gün geçtikten sonra yine. "İnşallah iki gün sonra gidersin." dedi. Bu iki gün geçtikten sonra yine izin çıkmadı. O gün Üstad-ı Azam eline ayakkabı almıştı. Bana "Ben Bitlis'e gidiyorum. Şu ayakkabıları tamir ettireceğim, iki güne dönerim. Seninle konuşacaklarım var" dedi. Anlaşılıyordu ki benim beklememi istiyordu. İki günden sonra, akşama yakın bir zamanda yemek yerken uzaktan (üstad-ı Azamın otobüsten indiğini gördük. Gittim, karşıladım. Sabahleyin kuşluk vakti, havuzdan abdest almaya gittiğimde Üstad-ı Azam dışarıda Molla Hüseyin'le konuşuyordu. Beni görünce yanına çağırdı. Dedi ki: "Hoca Efendi, ben Şeyh Ahmed-i Haznevi Hazretlerini ziyaret için Suriye'ye giderdim. Bir gidişimde üç ay kalmıştım. Üç ay sonra dönüş günümde benim için bir at hazırlandı, eyerlendi. Ama Ahmed-i Haznevi Hazretleri buyurdu ki: "Muhammed Maşuk bir gün daha kal, "Tekrar atı içeri çektiler. Orada üç gün daha kaldım. O üç günde aldığım feyzi, üç ayda alamamıştım.Üstad-ı Azam. böyle söyleyince anladım ki bu işin arkasında başka perdeler vardır."

Efendi Hazretleri 1960 İnkılabından sonraki günlerde kendisinde vukubulan bu mânâ âlemini, ebeveyninden aldığı helal lokma ve terbiyeye ve büyük zatların himmetine bağlamaktadır. Bu zatları görmek, sohbetlerine katılmak için hiç bir fırsatı kaçırmadığını; yıllık izinlerini de onların yanında geçirdiğini söylemektedir.
Kendileri şöyle anlatıyor;
"Taziye için Siyanis Köyündeyiz.5 Bu köyde yirmi bir gün kaldım. Bir gün Üstad-ı Azam istihareye yatmamı emir buyurdu. Ben de istihare namazını kıldım, yattım. O gece istiharede Üstad-ı Azam bizzat bazı halleri gösterdi. Bir tanesini söyliyeyim. Buyurdu ki ; " Kaza namazın var mı?" İşte, eş-şeriatü et-tarikatü. eş-şeriatü eş-şeriatü. Dedim ki; "Kurban, ben askerde bile namazımı kılardım," Meğer o akşam halife Molla Muhiddin Efendiye de benim için istihareye yatmasını emretmiş. Benim bundan haberim yok. Sabahleyin Üstad-ı Azamın bulunduğu dergaha gelirken Molla Muhiddin'le karşılaştım.Beni görünce ağlamaya başladı. "Hoca Efendi, senin işin tamam" dedi. Ben de ağlamaya başladım. Ayrılacağımız zaman Ustad-ı Azam. Muhammed Efendiye, benim için, teberrükken kuru üzüm koymasını buyurdu. Molla Muhammed, ambardan üzüm verirken, Üstad-ı Azam karşıdan buyurdu ki;"Ne götürürseniz ortak" Üstad-ı Azamın bir kerametini anlatayım. Mehmed Efendiyle camiye giderken, ben evin geçimini düşünmediğimi: iki keçiyi kesip kavurma yaptığımı söyledim. Mehmed Efendi de üzümleri topladığını anlattı. Akşam, Üstad-ı Azam bana: Sizin orada etleri ne yaparlar, diye sordu. Mehmed Efendiye de üzümlerini sordu. Bir tevafuk haliydi bu. Ayrılırken Üstad-ı Azam, ben. Molla Muhiddin ve Mehmed Efendi bir aradaydık. Molla Muhiddin yanıma yaklaşarak, benim için herşeyin tamam olduğunu; icazet verildiğini söyledi. O anda sanki bir mahşer havası gibi ağlamalar başladı. O zamana kadar vekildim: artık icazet verilmişti. Üstad-ı Azamın emriyle. Molla Muhiddin üç defa bu icazet emrini bana bildirdi. Üstad-ı Azam beni taş yuvarladığı bir yere oturttuktan sonra buyurdu ki "Molla Muhiddinle, Muhammed Efendi şahit olsunlar, senin hediyeni vereceğiz." İcazet alana hediye verilirdi, ama seferde olduğumuz için bu hediye daha sonra baha verilecekti.

Veysel Karani'yi ziyaretten sonra bende bir hal oldu. Sanki boğazımı bir el sıkıyordu. Bu durumu Mehmed Efendiye söyledim. Mehmed Efendi biraz şaka biraz gerçek dedi ki "Üstad-ı Azam doldurdu, ağzını da kipçe bağladı."
Efendi Hazretleri yılda iki defa, ilkbahar ve sonbaharda. Üstad-ı Azamı ziyaret eder. Bu ziyaretlerinden birinde.birlikte gavs Hazretlerinin kabrini ziyarete giderler.
Kendileri şöyle anlatıyor;
"Üstad-ı Azamı bir ziyaretim esnasında Diyarbakır'ın Hazro kazasında bir olay vukubulmuştu. Birkaç kişi ölmüş, birkaç kişi hapse düşmüş ve bazıları silahlarını alarak dağa çıkmıştı. Bu olayda tarafları barıştırmak için Üstad-ı Azamın peşine birkaç kez adam gönderdikleri halde, Üstad gitmemişti. Birgün Üstad-ı Azam, Gavs'ı ziyarete gideceklerini, imkanım varsa benim de gelebileceğimi söyledi. Bir pikaba binerek Hizan'da Gavs'ın kabri şerifine gittik. Kabre yüz metre kaldığı zaman ayakkabılarımızı çıkardık ve ormanın içinde yürüyerek ziyarete vardık. Ben, fırsatı ganimet bilerek Gavs'ı sürekli ziyaret ediyor ve Üstad-ı Azam'la benim aramda aracı olması için duada bulunuyorum. Gerçekten bir insan, bir muhtara veya bir müdüre iş yaptıracağı zaman validen aracı olmasını isteyebilir. Benim yaptığım da aynı şeydi.

Ertesi gün Gavs'ın kabrine veda ziyaretine gittikten sonra, oradan ayrıldık. Nurşen'e, dergaha geldik. Oradan Hazro'ya sulha geldik. Orada kaymakam, hakim, savcı büyük bir kalabalıkla Üstad-ı Azamı ziyaret ettiler. Burada Hacı Faris adında Üstad-ı Azamın hizmetini gören bir zat büyük bir yemek verdi, Üstad-ı Azam köylere mektup yazmaya başladı. İnşAllah bu sulh olacaktır, dedikten sonra ekliyordu : Hoca Efendinin de selamı var. İşte bu, onun büyüklüğünü gösteriyordu."

Muhammed Nayır Hazretleri, 1966 yılında icazet almış; fakat teveccüh yapmamıştır. Bunu anlatırken der ki; "Teveccühün adabını bilmiyordum. Bu adabı öğrenmediğimi, ivi mi voksa kötü mü yaptığımı diğer halife arkadaşlarıma sorduğumda, gidip Üstad-ı Azama söylediler. Üstad-ı Azam onlara verdiği cevapta : Ben de bir yıldır, bu adabı söylemedim ki şevki iyice artsın, demiş. Dedim ki: Elhamdülillah ben de yapmadım. Sonra Molla Hasan'a emir buyurarak adap kitabını yazdırdı. Daha önce bana hediye vermediği için de ciibbeyi getirmelerini buyurdu. Getirdi cübbeyi, çantaya koydular. Yalnız cübbeyi bana vermelerini emir buyururken, çevredekilcre de bu cübbe konusunun söz edilmemesini söyledi. Hatta ilaveten : "Benim şeyhimin oğlu Şeyh Alaaddin Efendi yaylada, " Benim babam uzaktan gelenlere merhamet ederdi, sen de hocaya merhamet et." demişti. Onun için cübbeyi hocanın çantasına koyun ve ileri geri konuşmayın"6(bu cübbe Muhammed Maşuk hazretlerinin şeyhi, Ahmed Haznevi hazretlerinin  cübbesidir.Allahu alem Şeyh Ahmed Haznevi Efendimizede Hazretten tevarus etmis.)

Halifeler cübbeyi çantama koydular ve karşılıklı olarak helallik diledikten sonra, ben Erzincan'a döndüm."
 Kendileri şöyle anlatıyor;
Bir ziyaretimde Üstad-ı Azam; Hınıs, Bulanık yöresine tebliğe gitmişti. Ben ardından hemen gitmek islediğim halde Üstadın babası Şeyh Masum Efendi beni bırakmamıştı. Ancak ısrarlarım karşısında dayanamayıp izin vermişti. Nurşen'de traktöre binerek Ahlat, Tatvan, Malazgirt dolaştım.Malazgirt'te Üstadın kardeşiyle, bir cip bulduk. Onunla Bulanık'tı geldik. Bulanık'ta o gece kaldık. Üstadın nerede olduğunu bilmiyoruz. Yalnız Mığik köyünden sorabileceğimizi söylediler. Sabahleyin kamyona binerek Murat nehri üzerinde yapılmakta olan bir köprüye kadar gittim. Beni oraya götürenlere çantanıdaki tekkenin ekmeklerinden ikram ettim. Yapılmakta olan köprünün biraz, üstünde Şeyda Köprüsü vardı. Oraları gezdim. Bu köprünün yapılışı sırasında vukubulan bir hadise vardır.Piri Tanı Hazretlerinin müritlerinden birinin ihlası lam değildir. Hazret, başka bir müridine bu müridi suya itmesini emreder. Onu suya iterler. Mürit. Murat'ın taşkın suları içinde bata çıka akarken bağırmaktadır. Gördüm, inandım. Gördüm, inandım diye. Sorarlar, neyi gördün? Der ki, Sevdanın beni suya batırıp çıkarmakta olduğunu gördüm.

Köprüden ayrılarak yürümeğe başladım. Sırtımda heybe, ayaklarımda mesler; üstüm başım çamur içinde. Yalnız köpeklerden korkuyorum. Yürüye yürüye bir köye vardım. Orada Mığik Köyünün yolunu sordum. Oradan ayrıldım ve yürüyerek bir tepenin üzerine geldim Orada bir gazel söyledim.


Yeter ey dil beni sen kuh-ı sahralarda gezdirdin,    
Bela çöğenine karşı verip belimi ezdirdin.
Vücudum şehrini verdin bela bahrinde yüzdürdün.
Kibir nim-i nigahiyle zühd ü takvamı bozdurdun.
Nihayet bir kuru namı mezar taşıma yazdırdın ,  
Çekip firkat hicabını elimi pirden üzdürdün.
Benim bu çekticeğim hep hayal-i infisalindir.
Uluyu himmet-i devlet visal-i ittisalindir.
Kamu eşyadaki hikmet senin kudret kemalindir,        
Kibir mim-i nigahiyle zühd ü takvamı bozdurdun.
Çekip firkat hicabını elimi yardan üzdürdün,
Nihayet bir kuru namı mezar taşıma yazdırdın.
Kiminden korkuben kaçtım kiminden pehlivan oldum.,  
Kiminden köhne dir olup kiminden nevcivan odum
Gelip vahdet diyarından Acem şeh-i cihan oldum ,  
Kibir nim-i nigahiyle zühd ü takvamı bozdurdun
Çekip firkat hicabını elimi yardan üzdürdün,    
Nihayet bir kuru namı mezar taşıma yazdırdın.
Ne kabrinden halas oldum ne bir arz-ı cemal ettin,
Düşürüp nar-ı hicrana bu ömrüm payimal ettin
Sonunda Mehnıedin büktün elif kaddini dal ettin ,
Ezel levh-i bekaydında beni hicrana yazdırdın
Kibir nim-i nigâhiyle zühd ü takvamı bozdurdun,
Çekip firkat hicabını elimi pirden üzdürdün
Nihayet bir kuru namı mezar taşıma yazdırdın.


Ben bu beyitleri söylerken yolda uğramış olduğum köyde rastladığım iki kişi, oradan geçekten beni duydular ve bana bağırdılar : "Sen Erzincanlı Hocanın neyisin?" Erzincanlı Hoca ile Erzincanlı Piri Sami Hazretlerini kastediyorlardı. Ben de cevap verdim, ben Erzincanlı Hocanın kardeşiyim diye. Müslüman, müslümanın kardeşidir. Beni yanlarına çağırdılar. Yanımdaki tekkeye ait ekmeklerden bir tanesini saklamıştım. Bu ekmek dergahın ispatı demektir. Adamlar beni Mığık'a kadar götürmeye karar verdiler. Hep beraber tepenin en yüksek yerine çıktık. Mıgik göründü. Onlar ayrıldı. İlerde iki köpek bağrışıyorlardı. Benim korktuğum başıma gelmişti. Ama yanlarına yaklaşınca, mübarekler oldukları yere oturdular, hiçbir şey yapmadılar. Köye girdim. Köylüler merek yapıyorlardı. Akşam üzeri, Üstad-ı Azamın katırcılarından biri geldi. Adam. benim çok iyi beyit okuduğumu söyledi. Bunlara bir kaç beyit okudum. Dediler ki biz seni daha yalnız bırakmayız. O gece rüyamda kıyametin koptuğunu gördüm. Dağlar, semalar yanıp dökülüyordu. Güneş batıdan doğmuştu. Bacaya çıktım, bağırmaya başladım: Kıyamet kopuyor, diye. Bir yandan da okuyorum. O sırada Güneş, benim başımın üzerine geldi ve üzerime doğru indi. Onunla beraber bir lama demiri gibi bir şey ve bir defter de iniyordu. Yanıma yaklaşınca defterin sarı yapraklardan meydana geldiğini gördüm. O yapraklardan bir tanesini kopardım, gerisi yine semavata çekildi. O yapraktan tek bir satır okuyabildim : ''Bir yıldıza istinaden'' Başka bir şey okuyamadım. Bu rüyamı da hiç kimseye anlatmadım.

Ertesi gün köylüler bir kağıt yazarak beni bir köye gönderdiler Muhtarın evinde benim Üstad-ı Azamın halifesi olduğumu öğrenince hürmet gösterdiler. Abdest almak istemiştim. İbrik getirdiler : Ben biraz yukarıda söyle çukur gibi bir yerde abdest alınca, oradakiler bir şaşkınlık geçirdiler ve Üstad-ı Azamın da aynen orada abdest aldığını söylediler.

Namazdan sonra hatme okuduk. Bu sırada biri yanıma yaklaştı. Dedi ki : "Hoca efendi, ben bir rüya gördüm. O rüyamı sana anlatacağım. Şeyh Efendi buraya gelmişti; sohbctleriyle. hatmeleriyle, teveccühleriyle burayı yakıp gitmişti. O gittikten sonra ben bir rüya gördüm. Rüyamda bir zabit geldi. Buraya mermi döktü. Onun döktüğü mermileri ben toplayıp cebime doldurdum. Zabit dönüp dedi ki : Ben gittikten sonra buraya bir zabit daha gelecek, dikkatli olun. Bunu söyledikten sonra zabit gitti ve şimdi de sen geldin."

Yemekten sonra üç at çektiler. Bulanık'tan Hınıs'a aşacağız. Hınıs'tan Çaşko'ya geçtik. Piri Tahı Hazretleri, Scyda. Onlar da Nurşen'den çıkışlarında bu haneye uğrarlarmış. Buraya geldik. Çamaşırlarımı çıkardılar, yıkadılar. O gece bir rüya gördüm. Benim bütün telaşım Üstad-ı Azamı bulmak içindi. Rüyamda ön dişim sallanıyordu. Onu çektirmek için sokağa çıkmıştım. Tanı karşıdan diş doktorunun muayenehanesine girdiğini gördüğüm anda dişim kendiliğinden çıktı ve yerinde yeni bir diş meydana geldi. Bunu rüyada gördüm. Sabah olunca benim kuruyan çamaşırlarımla Üstad-ı Azamın yıkanmış çamaşırlarını birlikte getirdiler. Üstad-ı Azamın çamaşırlarını yüzüme gözüme sürdüm. Onun çamaşırlarını yine ona ulaştırmak için bana teslim ettiler. Hane sahibi Kutbeddin Efendinin babası Hacı Abdullah Efendi, Üstadın hizmetindeydi. Yola düştük. Köylerden Üstad-ı Azamı sora sora geçiyoruz. Nihayet Hazreti, Sarveli köyünde bulduk. Onu karşıdan elinde ibrikle görmüştüm. Ama Kutbeddin Efendiyle beraber önce Molla Emin'in evine gittik. Molla Emin bizi karşıladı. Üstad-ı Azam onlara : Hoca Efendinin gelme zamanıdır. Gelirse çok zahmet çeker, demiş. Yemekten sonra Üstad-ı Azamın bulunduğu eve gittim. Onlar da yemek yiyorlardı. Yemekten sonra yanına geldim, elini öptüm. Beni görünce sevindi ve Hacı Abdullah'a seslendi : "Hacı Abdullah, Kutbeddin senden iyidir; Kutbeddin, Hoca Efendiyi bize getirdi." iki gün Üstad-ı Azamın yanında kaldıktan sonra Erzincan'a döndüm.
Zatından naklen yine bir ziyaretini şöyle anlatır;
Yine Nurşende dergahtayım.Degerli alimler Zeki Efendi ve Ahmet Efendi ile oturuyoruz.Muş'un bir köynden biri çıkageldi.Köylerinde cami yaptırıyorlarmış.Ancak caminin yapımı köylü yardımı kestiğinden cami inşaatı yarıda kalmış.Bu hususta Üstad-ı Azamdan kölüye nasihat etmesini taleb etti.Ben Üstadımın beni de gotüreceğini tahmin ettim.Ancak Üstad-ı Azam çabuk döneceğini söyleyip beni göturmedi.Bende dedim ki "Kurban siz benim için ne buyurursanız o hayırlıdır." "Evet öyle "dedi. Üstad-ı Azam gittiler ve köylülerin arasında ki bazı sorunlarıda çözerek birkaç gun sonre teşrif ettiler.Ben bir ara arkadşlarla otururken bende oluşan Üstad-ı Azamın bildiği bazı sırları rahatlamak açısından üstunkörü anlattım.Aslında sır saklamak zor iştir.Hazreti Ali Peygamberimizden öğrendiği bir sırrı rahatlamak içn gidip  bir kuyuya anlatmış.Ben da bu sırları üstunden geçerek bu alim ve halife olan zatlara anlattım. Hemen oturuşlarını değiştirdiler.Böyle oturacaksanız gidelim Üstad-ı Azam'ın huzurunda oturalım dedim.Dediler ki ha Üstad-ı Azam'ın huzurunda oturmuşuz ha senin huzurunda.Bu sefer bu durumdan ben rahatsız oldum ancak onları ikna edemedim.En sonunda Ahmed Efendi'yi yetkili kişi sectik.Onasıl derse öyle yapacaktık.O da rahat oturmamızı söyleyince hepimiz rahatladık.
Erzincan'a dönüşümde Molla Zeki de benimle yola çıktı.O köyüne gidecekti, ben Erincan'a.Birlikte bir taksi tuttuk.Üç dört kilometre sonra gördük ki bir kafile yolun kenarında bekliyor.Bizim şöför durup kafile ile Kürtçe konuşmaya başladı.Molla Zeki telaşlandı.Bana dönüp "Bu adam bizi burada bırakacak" dedi.Dedim ki" Molla Zeki telaşlanma.Üstad-ı Azam bizi şarktan ğarba idare ediyor. Bakalım hikemeti ne olacak?" Neticede taksinin şöförü bizi bırakıp gitti.Hemen ardından bir minibüs göründü.Yanımıza geldiklerinde bizim ihvanlar olduklarını gördük.Hikmet tecelli etmişti.Güle konuşa Muş'a gittik.
Efendi Hazretleri, tasavvuf aleminin güzelliklerine öyle dalmıştır ki, bu uğurda Karakaya Köyü'ndeki resmi imamlık vazifesini bırakmıştır.Daha sonra ailesinin maişetini tedarik etmek gayesi ile bu görevi tekrar deruhte etmişlerdir.
Bu arada Üstad-ı Azam'ı ziyaretten geri durmaz.Kendileri şöyle anlatıyor;
Bir ziyaretimde Üstad-ı Azam Hınıs yöresini tebliğe çıkmıştı.Dergahtan bana önce Hınıs'a sonra Karahüseyin Köyü'ne geçmem tavsiye edildi.Bir vasıtaya binerek önce Hınıs'a sonra Karahüseyin Köyü'ne gittim. Üstad-ı Azam başka bir köye geçmişti.O köyde Üstad-ı Azam ile buluştuk.Birlikte bir başka köye, oradan da Zırnak Köyüne geçtik.Zırnak'ta Hacı Süleyman Efendi medfundu.Orada kaldık.Bu zat Seyda Piri Tahi Hazretlerinin mürüdi idi.Vefatına yakın hastalığında , beni gurbete götürün orada garip öleyim ki gurbetin faziletine ereyim buyurmuş ve Zırnak'a getirilmiş.Aklı başında insanlar fazileti her yönüyle ararlar.Seyda Hazretleri buyuruyorlar ki, Hacı Süleyman Efendi'nin yanına çocukları sokmayın.Onun kabrine okadar rahmet yağıyor ki çocuklar tahammul edemez.Hatta adamın biri abdest bozmak için dışarı çıkıyor ve diyor ki"Hacı Süleyman Efendinin nurundan hiçbir yere oturamadım."
İşte Üstad-ı Azam bu köyde teveccüh yaptı.Teveccüh sırası bana gelince Hazret şöyle bir beyit söylemşti;
                  "Molla Halid, eğer sen o kadar zahmet çekip dolaşıp buraya gelmeseidin bu nimet sana nasip olmazdı."
Zırnaktan başka bir köye oradanda Çaşko Köyü'ne geldik.Bu koyde Üstad-ı Azam'ın talebelerinden Hacı Ali namında ailim bir zat vardı.Hacı Ali ikide bir yanıma gelir ve"Hoca Efendi bana ne söyleyeceksen söyle" derdi.Kendisi benden yaşlı idi.Bir süre sonra Molla Ali'nin köyüne geldik.Burada bir iki gün kaldık.Bu köyde Türkler de vardı.Ben bunlara biraz sohbet ettim.Meğer bunlar, Üstad-ı Azam'a pek hürmet göstermiyorlarmış.Bu sohbetimden Molla Ali Üstad-ı Azam'a bahsetmiş olacak ki Üstad-ı Azam keşke Hoca Efendiyi  burada bıraksa idik de bunlara sohbet etseidi buyurmuş.
Molla Fethullah da bizim ile beraber idi.Akşam bana dedi ki"Hoca Efendi Üstad-ı Azam  şu şu  selavatları ezberlesin ve çeksin"  Oradan ayrılıp Kula Maksud Köyü'ne geçtik.O gece ben Hoca Efendi'nin evinde kaldım.Sabah teveccüh vardı.O civar köylüleri Üstad-ı Azam'in büyüklüğünü bildiklerinden Kadiri'si, Nakşi'si, Rufai'si, hep bu teveccühlere ilgi gösterirlerdi.Osabah köylüler camiyi doldurdular.Ben Molla Ali ile oturuyorum.Cemaat Üstad-ı Azam'ı bekliyor. Üstad-ı Azam biraz uyuyacağım dedi ve uyudu.Tabii ondaki halleri bilemeyiz.Yarım saat bir saat arası uyudu; uyandı.Bna bir acayip hal varmış gibi geldi.Biraz durduktan sonra buyurdu ki "Hoca Efendi teveccühü sen yapacaksın."O zamana halifelerine böyle birşey yaptırmamiş idi.Ben ise  en son icazet alan halife idim.O an başımda ki bütün tüyler dökülmüş sandım.Öyle mahcup oldum.Dedim ki "kurban ben böyle birşeyi huzurunuzda nasıl yaparım"Gerçi Erzincan'da yapıyordum ama böyle bir hal ilk defa başıma gelmiş idid.Bu da takdir-i ialahiydi.Emir verildiği halde oturuyordum.Emri bir türlü idrak edememiştim.Tekrar "Hoca Efendi git onlara teveccüh sohbeti yap" buyurdu.O zaman sadece teveccühün nasıl olacağını cemaata öğreteceğim, Üstad-ı Azam da teveccüh yapacak sanıp sevindim. Camiye gidip mihraba geçtim.Tevccühü anlatmaya başladım.Bira hastahane düşünün ki hastalarla doludur.Her hasta kendi yatağına oturmuştur.herbirinin derdi diğerinden şiddetlidir.Bütün hastalar doktoru beklemekte Önce kendisini muayene etmesini istemektedir.Doktorun kapıda görunmesi ile bütün hstslsrı bir sevinç kaplar.İşte teveccüh budur.Dünya hastahanesinin manevi hastaları , doktor mesabesinde olan mürşitlerini beklerler.O kapıda görününce hepsini sevinç kaplar.Mürşidimiz buraya gelince onun Hazreti İsa gibi şifa dağıtan nefesini içine çekmelidir.Nefesini bırakıncada o hastalıklar o nefesle birlikte dişarı çıkar.Bu nurlu ,feyizli alemden herkes hüsnü zannına göre nasiplenir. Yek nazar eylese arifi billah aslı kemhareyi
mücevher eyler.Tnazarda bir arifi billah mürşit aslı kötü bir şeyi değerli bir taş yapar.Alimler peygamberlerin varisleridir. O alime ne kadar hüsnü zanda bulunsan okadar feyiz kaparsın.İki derviş bir tekkeye uğramışlar.Tekke İbrahim Hakkı Hazretlerininmiş .Ziyaretçi çok olmasına ramen tekke fakifmiş.Dervişler "Efendim biz ilm-i kimya biliyoruz.Müsade ederseniz  bir hüner gösterelim bu müslümanlar bolca yesin ve içsinler."İzin verilince dergahın kazanı getirilip top haline getirilinceye kadar dövülmüş.Sonra dervişler murakabeye varıp fana olunca bakır topa bir nazar edip onu altına çevirmişler."Hadi bu altın topu satın yeni bir kazan alın, kalanı ile bir yıl yiyin için.baiz arada yine uğrarız"demişler.Müridan teşekkür etmiş.Bir müddet dervişler yola koyulacakları sırada İbrahim Hakkı Hazretleri "Dervişler bende ilmi kimya bilirim" demiş, yerden bir avuç toprak alıp besmele çekmiş ve toprağa üflemiş.Toprak sikkeli altın olmuş.Dervişler Cenab-ı Allah bu nefesi taşa toprağa üfleyelim diye vermedi.Cenab-ı Hakk bu nefesi herkese vermez.bu nefesi bize verdiki onun kullarının kalplerini altın edelim onların kalplerine nazar edip üfliyelim."Allahın rasulu buyuruyor ki:"Sizler cennet bahçelerine girdiğinizde meyvelerinden yiyin."Dediler ki:"Ya Resulallah biz cennet baçelerini nerde bulalım da meyvelerinden yiyelim?"Buyurdu ki:"Zikir halkaları cennet bahçeleridir."Ben cemaata teveccüh hususunda böyle sohbet ederken Molla Ali bana kapıdan işaret etti.Yanına gittim; Üstad-ı Azam'ın teveccüh yapmamı emrettiğini bildirdi.Dedim ki"Gideyim Üstad-ı Azam'ın elini öpeyim, sonra gelip teveccüh yapayım." Çünkü teveccüh niyeti ile gelmemişdim.Üstad-ı Azam'ın elini öptüm ve döndüm. Üstad-ı Azam beni gönderdikten sonra "hele gidin bakın hiç böyle tevccühe girdinizmi" demiş. Hoca Efendi'nin getirdiği su ile yeniden abdest aldım ve camiye girdik.Büyük bir cemaata hem teveccüh ettim hem beyit okudum.Teveccühten sonra tekrar Üstad-ı Azam'ın yanına gittim elinioptüm."Hayırlı olsun" buyurdu.Mubarek Molla Ali bu olaydan sonra beni iyice sıkıştırmaya başladı.Hoca Efendi bana ne söyliyeceksen söyle diyordu.Molla Ali Üstad-ı Azam'ın tavrından benden birşeyler öğrenebileceğini sezmişti.O köyden atlarla yoncalı köyüne geçtik. Üstad-ı Azam'ın hizmetini gören Hacı Abdullah bir ara yanımıza geldi ve "Ben olmasam Üstad-ı Azam'ın hizmetini kim görecek" dedi. Ben hemen atıldım."Ben yapmaya hazırım" dedim.Hacı Abdullah ise şöyle söyledi "Üstad-ı Azam sana kıymaz senin hizmetin ayrıdır"
O köyde yatıyoruz.Bir kandil gecesi idi.Ben o gecenin kandil olduğunu Üstad-ı Azam'ın himmeti ile öğrendim.Gece uyurken, rüyada o gecenin aydınlığını, feyzini, bereketini görerek değişik bir halde uyandım. Kalkıp abdest alıp teheccüt namazına durdum.Osırada Molla Ali de benim yanımda idid. O da değişik bir alemde idi(Efendim bir sohbetlerinde ona o hal bizden bulaşmıştı beyurdu ).Namazdan sonra elini başına koydu ve diz üstü çöktü.Hoca Efendi bana ne söyliyeceksen söyle diyordu.Dedim ki:"Şimdi sana iki şey söyliyeceğim.Birincisi herkes Üstad-ı Azam'a nasıl bir mütevazı bir tavır takınıyorsa sende öyle yap(Molla Üstad-ı Azam'ın icazetli ilim talebesi olduğundan üstada karşı bir türlü ciddi ve resmi bir tavır takınamadığını söylemiş).İkincisi zikrine devamlı ol.Ve Molla Ali ile Üstad-ı Azam'ın yanına gittik.
          1975 yılında Hacı Refet ile beraber Nurşen'e Üstad-ı Azam'ı ziyaretlerini şöyle anlatıyorlar:
'' Üstad-ı Azam'ı ziyarete gitmiştik, Üstad-ı Azam ise yaylaya çıkmış.Nurşen'de iki gün kaldıktan sonra,bizde yaylaya gitmeye karar verdik. Üstad-ı Azam'ın kardeşi Nuretttin Efendi ile birlikte Tatvan'a gittik.Tatvan'dan Ahlat'a gidip yaylaya gidecek minibüsü bulduk.Daha önceki yıllarda yaylaya giderken karpuz götürmek istemiştik,ancak fırsat bulamamıştık.Çünkü,Ahlat'tan Demirci Köy'üne kadar bir vasıtayla gidildiği halde oradan yaylaya yaya gitmek gerekiyordu.Bir defasında;ben,Mehmet Gültepe,Hacı Hayreddin Efendi ve Vehbi Efendi Ahlat'tan karpuz almak istediğimiz halde,ben yaylaya yaya gitmemiz gerektiğini düşünerek buna engel olmuştum.Ancak Demirci Köyünde bize eşyalarımızı taşımak için bir merkep vermişlerdi.Eğer karpuzu almış olsaydık,bu merkeple yaylaya taşıyabilecektik,o an çok mütessir olmuştum.Bu kez minibüsü karpuzcunun önüne çektik ve yeteri kadar karpuz aldık.Minibüsle yaylaya giderken şoför bene bir mavzer verdi.Daha önce bu şoför kurşun yağmuruna tutulmuştu.Bu sefer dergaha bi sorun çıkmadan varmıştık. Adımımı dergahtan içeri atarken Üstad-ı Azam'la karşılaştık.Namazlarımızı kıldıktan sonra Üstad-ı Azam'la sohbete başladık...Bir ara Üstad-ı Azam,sürekli kendisinin hizmetinde bulunan Hacı Faris'e dönerek ''Hacı Faris,karpuz yer misin?''diye sordu.Hacı Faris,karpuzun olmadığını söyleyince, Üstad-ı Azam,iki karpuz getirilmesini emretti.Böylece bizim karpuzlar makbule geçmişti.
Sabahleyin Üstadı Azam ile birlikte bir jipe binerek ahlat yöresinde bulunan sahabeden Eba Zer hazretlerinin oğlu olan Abdurrahman Gazi’nin kabrine geldik.Kabri Şerifi ziyaretten sonra Nurşen’e döndük.
Hacı Rafet ile birlikte Erzincan’a döneceğimiz zaman Üstadı Azam o yıl hacca gitmek istediğini hac vaktinden yirmi gün önce Nurşen’den ayrılacağını söyledi.Vedalaştık ve ayrıldık.
Birgün Nurşen’de dergahtayken gece Jandarmalar sardı hepimizi kaldırdılar.Bir başçavuş lambayı yüzümüze tutarak herbirimizin nereli olduğunu ve burada ne aradığımızı soruyordu.Sonunda hepimizi bir pikaba bindirerek jandarma karakoluna götürdüler.Kapıda ne olacağını bekliyoruz.Arkadaşlarım biraz tedirgindi.Jandarmalardan biri Erzincan’lıymış.Bana sandalye getirdi.Bende onu benden daha yaşlı bir zata verdim asker bir sandalye daha getirdi.Biz böyle beklerken arkadaşların tedirginliğini gidermek için niye korkuyorsunu ALLAH deyin diye bağırdım.Biraz sonra beklediğimiz kapıdan Muhittin Mutlu çıktı.Onu görünce arkadaşlar cesaretlendiler.Sonra dergah’a geri götürdük.Üstadı Azam da teşrif ettiler.Benim karakoldaki cümlemi benden sorarak biraz takılmış oldular
Efendi Hazretleri. 1975 yılında Hacı Bekir Aşçı’ya vermiş olduğu sözüne uyarak hacca gitmek için hazırlık yapar.
“Hacı Bekir’e tamam,gidelim hacca dediğim halde, ne bir hazırlığım ne de maddi imkanım vardı.Ama o sıralar Müftülükten bize toplu bir para verdiler.Küçük bir meblağ da bende vardı.İzin almak için Müftülük’e gittim.Müftü efendi, din görevlileri arasında o yıl hacca gitmek için izin isteyenlerin çok olduğunu onbeş gün izni olanların dilekçelerini geri çevirdiklerini söyledi.Ancak benim gitmemi istediğini de belirtti.Ben de Müfte Efendi ben dilekçemi yazayım Ankara’ya göndeririz.Kabul ederlerse giderim etmezlerse gitmem dedim.Olur dedi müracatı yaptık.Bir gün camidendeyken müftülükte çalışan Halis Efendi yanımıza geldi.Hoca efendi dedi şu kağıtları al müftülüğe gidersen oraya bırak.Kağıtları aldım birtanesi benim dilekçeme cevaptı.Onbeş gün iznime ilaveten onbeş günde müftülükten mazaret izni verilmesini bildiriyordu.Bu bana sanki bir müjde olmuştu.Hacı Bekir de bizi kendi taksisi ile bizi hacca götürecekti.Hemen Hacı Bekir’i buldum.Hazır olduğumu söyledim.Ancak Hacı Bekir’in bana hac teklifi yaptığı günden beride onunla bu işi konuşmamıştık.Hacı Bekir bir an şaşırdı.İyide bana birşey söylemedin bende Ankara’ya gittm beraber gideceğimiz arkadaşların evraklarını yaptırdım senin adına hiçbir şey yapmadım.Bu söz üzerine moralim bozulmuştu.Ama Hacı Bekir beni bırakmadı.Birlikte bir otobüs şirketine gittik ve anlaştığımız otobüs şöförü de benim imamlık yaptığım Ekmekli köyünden Yaseddin adında bir arkadaştı. Benim işim bitti. Birkaç gün sonra bir emir yayınlandı: taksiyle gitmek yasak diye. Zaten ayet-i kerime mevcut:Siz bazı şeyleri seversiniz ,altından şer çıkar;bazı şeyleri sevmezsiniz altından hayır çıkar.Hacı Bekirler taksiyle gidemeyince uçak bileti aldılar.Tabi otobüsle gitmemiş olsaydım uçakla gidecek gücüm olmadığından hacca gitmek nasip olmayacaktı.
O yıl Üstadı Azam’ı hacca uğurlamak için:Nurşen e gidecekken yine Onun himmetiyle ben de hacca gittim.
Ravzai mutahhare’de sekiz gün kaldık.Orada sürekli olarak Diyarbakırlı arkadaşlardan Üstadı Azamı soruyordum.Üstadı Azamın ağabeyi Necmeddin Efendi oğulları Üveys ve Muhammed Efendiyle Diyarbakırdan ayrıldıklarını öğrendim.Ve bir gün Üstadı Azam teşrif ettiler.Hemen etrafını çevirdik.Büyük bir izdiham yaşandı.O sırada kalabalık kendine yer bulmaya çalışıyordu.Bu arada Üstadı Azamın önünden omuzlarından atlıyorlardı.Birtanesi kalabalığı yara yara gelip ayakkabılarını Üstadı Azamın sertçe bıraktı.Üstadı Azam ayakkabıları bir araya getirip yaslandığı direğin önüne koydu. Bizim Halife arkadaşlardan biri bu adama dönerek Haza Şeyh deyince adam yerinden fırlayıp kalktı.
Yatsı zamanı ayrılacağımız zaman adamın biri daha geldi.Üstadı Azamın elini öpmeye çalıştı.Üstadı Azam elimi öpeceğine yüzünü şu mübarek yerlere sür deyince adam yerleri öpmeye başladı.Ertesi gün Peygamber Efendimizin (s.a.v) kabr-i şerifi ile minberi arasında otururken Şeyh Necmeddin Efendi geldi.Kalktım yer verdim iki rekat namaz kıldı.Namaz dan sonra tekrar yer gösterdim o an beni tanıdı oturduk.Elimdeki dua kitabını okurken bir sayfayı açtı ve burayı oku dedi.Gösterdiği yeri okudum birgün boyunca öyle geçti.Ertesi gün Üstadı Azam Mekke’ye gitti.Yalnız buyurmuş ki dönerken burada kalacağım.Bizde onun bir ay kadar sonra Ravza-i mutahhare ye döneceğini sandık.Halbuki gerçek anlamda burada vefat edeceğini işaret etmişti.
Haccımızı tamamladıktan sonra Erzincan’a döndüm.Üstadı Azamın dönüşünü bekliyordum.Ve birgün gazateden okudum.Doğudan doğan güneşler sessizce uful ediyor.Şeyh Masum Efendi’nin oğlu şeyh Muhammed Maşuk(k.s),Ravza-ı mutahharedeki Beytullahta’ki eshapla ve şehitlerle beraber kalmayı arzu ettiki orada vefat etti.
Yani Üstadı Azamla son görüşmemiz Ravza-i mutahhare’de oldu.Peygamberimiz (s.a.v) buyur du ki: şu gördüğünüz vadiye yetmişbin kişi defnolacak herbiri yetmişbirbin kişiye şefaat edecek.İnşaallah Üstadı Azamın Şefaat edeceği yetmişbirbin kişi içinde biz de oluruz.
.
Efendi Hazratleri Karakayadaki beş yıllık gayrı resmi imamlık görevinden sonra Ekmekli köyünde resmi olarak göreve başlar.Karakaya köyü gayet muhafazakar olduğu halde Ekmekli köyünün İslami yaşantısı biraz yalandır.Efendi Hazretleri bu köydeki görevi sırasında Ekmeklileri irşad etmiş hatta köye güzel bir cami de inşa ettirmiş.Ekmekli köyünde dört yıl görev yaptıktan sonra Erzincan merkezde Yeni Mahalle Camii’nde cemaatin başvurusuyla tayin olmuştur.
Muhammed Nayır Hazretleri, Merkezde de hatmelerine devam edince Müftü,muhtar ve hatta dernek başkanlarının bile tepkisine maruz kalmışlar.
Sonunda bir öğretmen bizi şikayet etti.Bizi Siyasi şubeye götürdüler.İfademizi aldılar bana soruyorlardı.Sen mürşit misin? Sen Şeyh misin? Cevap veriyorum : hani ya mürşid olaydım.soruyorlardı sen Atatürk’ü sevmiyor musun ? cevap veriyorum ben bütün komutanlarımızı rahmetle anarım.Soruylardı İran da olan hadiselerin buradada olmasını istiyor muşsun? Cevap veriyordum : Allah bana ehli sünnet mezhebini ihsan etmiş bu şeref bana yeter.Bir çok günahım hatam olsa da ehli sünnet mezhebinde olma şerefi bana yeter.Ancak birçok iyiliğim olsa da ehli sünnet mezhebinde olmasam o kötülük bana yeter.Sonuç olarak biz otuz kişinin ifadesini tek tek aldılar aramızda bir kaç kişi ters ifade verince bizi mahkemeye verdiler.Ancak bu davadan beraat ettik.
Birgün ağır ceza reisi bana haber yolladı.Hacılara hac vazifesini tarif edeceğim oda geldin diye.Kendisi gayet alimdi ve halife idi.Davetine icabet edemiştim.İkinci bir davetinde yolda karşılaştık ben ilk davetinde misafirerimin olduğunu söyleyince Hoca Efendi biraz tenha ol başına bir hal gelirse Allah’tan başka yardımcın olmaz.Bende cevaben Latahzen innallahe maana.(üzülme allah bizimle beraberdir) dedim.
O sıralar mahallenin muhtarı beni iyice sıkıştırıyordu.Beni bir gün yine çağırdı.Hoca Efendi şu kitabı al oku.Emniyetten beni sıkıştırıyorlar artık mahallede senin çalışmalarını istemiyorum.Verdiği kitabı alarak ağır ceza reisinin yanına gittim gayet iyi karşıladı.Ona sordum reis bey beni şu faliyetlerimden dolayı tutuklasanız kaç yıl ceza verirsiniz beş yıl ila on beş yıl arasında diye cevap verdi.Sonra Hoca Efendi biraz tenha ol.Ben kaç yıldır buradayım kimseyi bulamadım sen henüz yeni geldiğin halde bu kadar cemaati nasıl toparladın. Dedim ki o bizim elimizde değil Cenab-ı Hakk ın taktiridir.Yani tarikat dersi vermeyelim mi? Bunu söyleyince reis yanıma geldi Fe emmessaile fe la tenher(isteyenleri reddetmeyin).Elhamdülillah biz de o gönüldeyiz.Şimdi bana bu kitabı verdiler ki islah olayım. Nedir bu kitap? Ağır ceza reisi kitaba baktı ve tanıdı bunu yazan kadın şimdi bakırköy de kendi kendini yiyor dedi.Sabahleyin muhtarın yanına gittim.Muhtar dedim eğer sen bize yardım etmek için sıkıştırıyorsan makamın çok yüce ama değilde sende bize karşıysan şu kitabı yazan kişi şuan tımarhanede kendini yiyor seninde netice de onun gibi olacağını düşün.Muhtarın rengi atmıştı.Oradan ayrıldım ama bir müddet sonra Muhtar dükkanından da işindende olmuştu.Aynı şekilde Camii koruma derneği başkanı da bizim çalışmalarımıza karşı çıkıyordu.O da Erzincan dan ayrılmak zorunda kaldı.
1980 darbesinde hazreti müridleriyle beraber hapse korlar.2 aylık mahpus beraatle sonuçlanır.Kendisini sorgulayanların kotü muamelesi ve işkencelerine rağmen tuttuğu bu yoldan asla dönmez.Hatta kendisine elektirik vecekleri sırada kalbinde zerre korku olmadığından çarpıntı bile hissetmemişler.Bu derece şecat ve bu derce merhamet ve hilm ancak kendileri gibi Muhammedi meşreb Kutublarda bir araya gelir.

Hapiste hatmelerine ve irşadlarına devam ederler.Hatta bir imansızın bile imanına vesile olup namaza başlatırlar.Hazreti Yusuf (as) gibi hapishane bir dergah oluverir ellerinde.
Kendileri hizmette ve dinde gayrette kemalatı nübüvvette ve velayyette o derece ileridirlerki sıhhatleri ve zamanları musait olamasada bile bir ihvan için binlerce kilometere yol gidip sohbet vermiş irşad etmişler.Almanya, Fransa ve Turkiyeyi karış karış irşad etmişler. Milli görüşün ricası ile hakka hizmet için bir dünyalık derdinden uzak olarak yüzlerce konferans vermişler. Bazen öyle olmuşki günde birkaç konferans ayrı şehirlerde...Şöföleri bile pes etmiş.
Merkezde imamlık ederken 250 kadar öğrenciye aynı anda kuran öğrettikleri olmuş.25 senelik imamlığı boyunca yanlız 2 kere sabah namazına geç gelmişler.Vazifelrini ciddiyetle ve fedakarlıkla yerine etirmişler.

Kedilerinin kermetleri dillerdedir. Himmetleri ile her iş hallolmada , sohbetinde bulunnların kalbleri dünyadan sırılıp hakkı anmadadır.Şeriate o kadar düşkünlerki en ufak bir adabı bile ihmal etmezler.Bidatlerin kaldırıcısı ve sünnetin ihayacısıdırlar.
Kendisi peygamberlikten başka her beşeri makam ihsan olmuş, velayeti Muhammediyye kendinde kemal bulmuştur.O aşıkların sultanı kutubların sertacı ,her bir derdin ilacıdır.
Peygamberimiz ve birçok zevatı kiram gibi kuranı bülbül gibi okur, dinleynleri mesrur ve mamur ederler.Geceleri ihyadan asla uzak kalamaz, gece gündüz müridanı ile meşgul olurlar.
O  kendisini tanıyanlara gizli değildir ki Peygamberi Ali Şaanın tam bir ümmeti ve onun ahlağının tam bir örneğidir. Şeyhinin göz bebeği halife i ekmeli gönlünün meyvesidir.Ana babasına ihsan ve itaattte en ileriolandır.
Şecaati hazreti Musa as Hilmi hazreti İbrahim as terki Hazreti İsa as cemii ahlağı ol Muhammed Mustafa (sav)gibidir.Nisbeti aline tesir etmiş, halifeleri dünyaı tutmuş, elinde çokları kemal bulmuşdur.

Cenabı Mevla kendisine hem zahiri hem batıni cemal ihsan buyurmuş, her hak talibi kendine meftun olmuştur.Bağlılarının hallerini takib ve irşadda bir danedir.
Büyük bir devleti zahiren dahi idaresi altına alsa gayet maharetle idare eder ve islah eder.Bir işe niyetlendimi Allahresulu gibi o işi bitirmeden durmaz gayret ve ali himmet sahibidir.
İnsanlara keremle muamele eder, ayıbları örter zaiflere kol kanat gerer, zalimi zulmunden men ederler.Kendisinde vakar  ile beraber tevazu beraber kemal noktadadır.
Onun medhine onun hakikatini bilmeyen bizler güç yetiremeyiz. Güneşden bir zerre ne kıymet ifade ederse bu yazılanlar da o kadardır.
Cümle alem onun kutbiyyet nurları ile dolmuş, irşadı ile hidayete kavuşmudur.Zamanının kayyumu, feridi, bir danesi, üçlerin makamatının cami i, kemali edeb sahibidir.
Onun nefhası Hazreti İsa as gibi ölü kalbleri ihya eder. Yüksek nazarları kalbden günah kir ve pasını siler.

Yüksek kapısındaki erlerin sayısı Şahı Nkşibendin ki gibi, O erlerin hali Seyyidüttafe Şeyh Cüneydinki gibidir.Onun muhabbeti ile yanmış kanmış ve bulmuşlardır.
Onun dergahının yolunun tozu göze sürme, ayagının tozu her derde şifadır.Dergahı emellerin kıblesi, meleklerin ziyaretgahıdır.
Sohbeti cezbe ve feyz membaı, sözü Cenabı Hakkın İlhamı, gönlü tecelligahıdır.Halkın ezasına saabir, Evliyayı kebir, Sahibil himmeti vel cebirdir.Himmeti alileri seyfi meslul gibi keskin ve tesirlidir, naz va niyaz sahibidir.
Feraseti hazreti Ömer gibi fazla ve kuvvetlidir.İnsanlar onun elinde çobanın önündeki kuzu gibidir.İşin sonunu evvelden görür, sürüsünü sahili selamete götürür bir önderdir.

Kendisine uyan ve emrini tutana rahmet, Allaha kavuşdurur bir işaredir.Tam bir veliyyi kamil ve mükemmildir.Amelleri şeriatte azimet, zül kadri ali himmettir.