5 Eylül 2016 Pazartesi

Tevessül şirk midir?



         Tevessül vesile edinmek demektir. Bizim kast ettiğimiz manası ise, hayırlı bir muradın Allah indinde makamı olduğu umulan bir kimseyi aracı kılarak Allah'tan istenmesidir. Bu husus modernistler ve vahhabilerin üzerinde durup ümmeti çokça tekfire vesile kıldıkları bir meseledir.

         Tevessülün şirk olduğunu iddia edenler, ve yahut şirk olmasada haram ve bidat olduğunu söeiyenler bunun tevhidi bozduğunu söylüyorlar, ve bazı deliller ileri sürüyorlar. Yalnız sana kulluk eder, yanlız senden yardım dileriz[Fatiha,5]; İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyorlar. [Zumer,3] ayetlerini delil getiriyorlar. Bu delil olarak getirilmesi hatadır. Çünkü Fatiha'da ki yalnız senden yardım isteriz ibaresi, genellik ifade etmez. Eğer hiçbir istisnası yok kabul edersek, doktora gitmek bile caiz olmazdı. Demek ki bu ayetin sınırının nereye kadar vardığı başka delillerle açıklanmalıdır.  İkinci ayette bahis mevzu edilen Mekke'li Müşriklerdir, ve onların, bu putlara ibadet ediyoruz demeleri sebebi ile şirk vuku bulmuştur. Bir kimse ben bu zata ibadet ediyorum, tapıyorum demedikçe, veya ona dua ediyorum, onun için kurban(sevabı onun için manasına değil, direk ona kurban kesmek) kestim demedikçe bu ayetin hükmüne girmez.

        Âmâ bir adam Peygamber (s.a.v.)'e gelerek "bana sıhhat ve afiyet vermesi için Allah'a dua et" dedi. Rasulullah (s.a.v.) : "İstersen senin için dua ederim, dilersen sabredersin. Bu senin için daha hayırlıdır" buyurunca, adam: Dua et dedi.Peygamber (s.a.v.) 'de güzelce abdest almasını ve şu şekilde dua etmesini emretti:"Allahım senden istiyorum ve rahmet peygamberi olan peygamberin Muhammed ile Sana yöneliyorum.Ey muhammed, ben şu ihtiyacımı gidermesi için seninle Rabbime yöneldim. Allahım, O'nu benim için şefaatçi kıl"(صحيح sahih hadis)Ahmed (4/138) Tirmizi : No 3578) Nesai es Sunenu'l Kubra (No 10419 10420) İbn Mace (No 1385) İbn Huzeyme-es Sahıhun (No 1219) Taberani el,Mu'cemu'l-kebir (9/No 8311-rivayetin merfu olan son bölümü)el-Mucemu,s-sağır, (er Ravdu-d Dani No :508 rivayetin merfu olan son bölümü)     
        Demek ki, Allahın salih kullarını vesile kılarak Allah'tan istemek peygamberin emri ile sünnet olmuştur. Bu hususta iki akla yakın itiraz vardır. Birisi tevessülün peygamber has, ve peygamberin hayatta olması ile sınırlı olmasıdır. Bu iddia mesnedsiz bir iddiadır, çünkü peygamber de bir kuldur, ona has olan şeyler delille ile sabit olur. İkinci itraz ise sahabenin bu işi uygulamadığı iddiasıdır. Bu iddia ise başka bazı ehadis ile ibtal olur. Beyhaki ve ibni ebi Şeybe (Rahimullah) Rivayetine göre Ashaptan Haris oğlu Bilal (Radıyallahu anh) Rasullullah (Sallahu Aleyhi ve sellem) ' in kabri başına vararak : '' Ya Rasullellah! Ümmetin için Allah' tan yağmur yağdırmasını iste , onlar helak olmak üzereler '' dedi. Rasullullah (Sallahu Aleyhi ve sellem) Rüyasında yanına gelerek yağmur yağacağını haber verdi (ibni Ebi Şeybe , no : 31993 , 6/359 ). “Allahım, bizler sana peygamberimiz ile tevessül ediyor, sen de bizlere yağmur indiriyordun. Şimdi ise biz sana peygamberimizin amcası ile tevessül ediyoruz, bize yağmur ver.” Bu hadiste Hz. Ömer Hz Abbastan daha faziletli ve üstün olduğu halde Hz Ömer Hz Abbas ile tevessül etmesi aslında tevessül edilenin peygamberin Allah indindeki makamı olduğuna işaret eder. Ve peygamberden gayrısı ile tevessül edilebileceği de görülür.

     İmam Sübki şöyle der: “Peygamber’ı Allah’a vesile yapmak, istiânede bulunmak, şefaatçi yapmak güzeldir. Bunu seleften ve haleften hiçbir âlim inkâr etmemiştir. Daha sonra İbn Teymiye geldi ve bunu inkâr etti ve sırat-ı müstakimden ayrıldı. Kendisinden önceki hiçbir âlimin söylemediği bir şeyi söyleyerek bidat çıkardı. Böylelikle Ehl-i İslâm arasında (bu hususta) misal oldu.” (2-Feyzül Kadir, c.2, s.135). Şu anda ise İbni Teymiyye yolundan giden necidliler bu husuta ileri gidip, ümmeti tekfir etmede, kanlarını ve mallarını helal saymada ve fitne çıkarmadadırlar.

       Burda istenen yine zatı Bari olduğuna göre burda şirk yoktur. Bazı mutavassıt vahhabilere  göre ise bu iş bidattır, haramdır, ve şirke kapı açma tehlikesi olduğundan yasaklanmalıdır. Bu sözlerin butlanı da ortadadır. Eğer ümmetin şirkinden korkuluyor ise, çare ümmete doğru tevessül nasıl yapılır onu öğretmek olmalıdır.

      Allah izin vermeden hiçbir kimseden hiçbir kimseye bir hayır veya şer ulaşmayacağını her müslüman ikrar eder. Alınan tedbir, dua, tevessül ve şefaatte Allahın kaderidir.

31 Ağustos 2016 Çarşamba

Evin reisi kim?

     

        Allah'ın kullarının bir kısmını(erkekleri) bir kısmına üstün kılması(kadınlara) ve mallarından harcamaları(erkeğin kadının nafakasını sağlaması) sebebiyle erkekler kadınlar üzerine kavamlıdır(yönetici, koruyucu). Ve saliha kadınlar (kocalarına) itaatkardır, Allah’ın (kendilerini) koruması sayesinde onlar da gaybı(ırzlarını) korurlar. (Evlilik yükümlülüklerini reddederek) başkaldırdıklarını gördüğünüz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın. (Bunlar fayda vermez de mecbur kalırsanız) onları (hafifçe) dövün. Eğer itaat ederlerse, artık onların aleyhine başka bir yol aramayın. Şüphesiz Allah, çok yücedir, çok büyüktür. [NİSA 34]

    Ayeti kerime İslam'da evin reisinin erkek olduğunu açıkça ifade ediyor. Bir kadın kocasının dine uygun emirlerini yerine getirmek ile mükelleftir. Mesela kocası face açmasına müsade etmeyen bir müslime face açmamalıdır. Kocası falanca komşularla görüşme dediğinde itaat etmelidir. Eğer bir evlilikte kadın veya kocadan biri ehli geçim olmazsa, her iki taraf benlik ve kibir ile hareket ederse günümüzdeki gibi boşanmalar artar. Hiçbir devlet dairesinde bile iki idareci bulunmaz, bir köyde bir muhtar olur. Dinimiz de evde idarecilik görevini erkeğe vermiştir.

    Erkeklerin kadınlar üzerinde mutlak hakim olduğu bir çağda kadınlara el kaldırılmadan evvel uyarmayı farz kılan, daha sonra onlarla yataklarını ayırmayı emreden dinimiz, açıkça kadınlara karşı müdahaleyi ne kadar sınırlandırmaktadır, düşünen anlar. Günümüzde bile hanımına el kaldıran erkeklerden hangisi hanımını yatağında yalnız bırakmış evvela? Hiç... Ayetin kadınlara el kaldırmayı teşvik etmek bir yana frenleyici bir mana taşıyor.

     Hanımından meşru bir istekte bulunan, ve itaat edilmeyen bir kocaya dinimiz onu yatağında yanlız bırakın diye emrediyor. Lakin hangi emrine itaat etmez ise bu  iş yapılır?  Hanım bana bir su ver dediğinde söz tutmadı diye ne kadına gönül konur ne de dövülür. "Gündüz karısını köle gibi döven birisi akşam onunla aynı yatağa nasıl girecek?" (Buhârî, Nikâh 93; Ebû Dâvûd, Nikâh 60) "Birçok kadın Muhammed ailesine gelerek kocalarını şikâyet ediyorlar. Kadınlarını döven o kimseler, sizin hayırlınız değildir."(Ebû Dâvûd, Nikâh 42. Ayrıca bk. İbni Mâce, Nikâh 51) hadisleri de kadınları dövmenin kerahatine ve geçerli bir sebep olmadan, ayetteki sıra gözetilmeden darbın caiz olmayacağına işaret eder. Hz. Cabir, “Resulüllah bizi yüzü damgalamaktan ve yüze vurmaktan sakındırdı.”(Müslim, Libas, 106) Hadisinin işareti ile ne insan ne hayvan yüzüne vurmak caiz değildir.

   

   

   

Ne Ola Bu 40 Makam ?

       

              Bu sitenin açılışından gaye, Allah'ın emirleri ve istekleri üzerine bilgimiz dahilinde insanlara yardımcı olmaktır. Hacı Bektaş-ı Veli ve Hoca Ahmed Yesevi hazretlerin ilk defa sistemleştirdiği 4 kapı ve 40 makam kavramı da bizim çıkış noktamız oldu. 4 kapı; Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Marifet. 40 makam ise her kapıdan geçiş için gerekli olan 10'ar makamın toplamıdır. Bu makamlar Allah'ın emirleri yani şeriatten başlayıp O'na vasıl olmada geçilmesi gereken bütün makamları kapsamaktadır. Amacımız olan, ehl-i sünnet vel cemaat, tarikat ve tasavvuf konusunda günümüzün fitnelerini ortaya çıkartmak ve asıl olanı anlatmak da 40 makamın tamamını kapsar nitelikte olduğu için sitemize bu ismi layık gördük.

          Her ne kadar "4 kapı ve 40 makam" kavramları Bektaşiliğe ve Aleviliğe aitmiş gibi görünse de aslında bu kavramı sistemleştirenler dahi ehl-i sünnettir ve bu kavramlar tamamen ayet ve hadislerden öğütler alınarak oluşturulmuştur.

''Şeriat, tarikat yoldur varana. Hakikat, marifet andan içeri''
                                                                                     Yunus Emre

          Allah'ın emirleri şeriat kavramını oluşturur. O'nun şeriatine uymamız bizim yaradılış gayemizdir. O'nun koyduğu yasaklar da kurallar da şüphesiz O'nun ihtiyacı olan şeyler değil bizim ihtiyacımız olan şeylerdir. Bizi yalnız kul olalım, O'nu bilelim diye yaratan Allah (c.c.) bizi doğruya yöneltmek için emirlerini ve yasaklarını bildirmiş ancak onlara uyduğumuzda sonsuz saadet ile müjdeleneceğimizi bizlere duyurmuştur. Allah (c.c.) , kudsi hadiste bizlere şöyle buyurmuştur :

"Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım (aynî veya kifaye) şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum. Ben yapacağım bir şeyde, mü'min kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüte düşmedim: O ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi sevmem."(Buhârî, Rikak 38.

        Şeriat için uğraşıp, Allah'ın emirlerini uygulamayı başarabilen birinin O'na yaklaşmadaki ilk adımı tarikattır. Allah dostları tarikatı yani tasavvufu, "sadece günah yapmamayı değil, günahı düşünmeyi dahi engelleme" yolu olarak görmüştür. Yani kötü amellerden kalben uzaklaşmak için katedilen yol olarak özetlenilebilir. Bu niyet ile hareket hem amellerde ihlas sağlar hem de şüphesiz insanı Allah'a yaklaştırır. Bu yolda Resulullah'ın (s.a.v.) izinden emin adımlarla giden bir mürşide bağlanıp, onun rehberliği ile yürümek gereklidir. Mürşidin vereceği vird (günlük zikir) ile Allah'ın zikri manevi organlarımıza yerleşir O'ndan gafil olmadan, sürekli O'nu anan kullarından olmaya çalışırız. Dolayısıyla bu hal de bizi, başta bahsettiğimiz "günahtan kalben kaçınma" amacımıza yaklaştırır.


       Hakikat ve marifet kapıları ise kulun Allah'a yaklaştığı ve iradesini O'na teslim ettiği kapılardır ki ilk iki kapı aşılmadan bu kapılara geçilemez. Yani şeriati uygulamayan, tarikat yolunda Allah zikirini kalbine nakşetme ile meşgul olmayan biri hakikatten ve marifetten bahsedemez. Son iki kapı Yunus Emre'nin de deyişiyle daha çok "andan içeri" yani hal ile anlaşılırdır. Bu son iki kapı daha geniş izaha gerek duyduğundan başka bir yazımızda Allah dostlarının anlatımıyla inceleyeceğiz.

          Bu kapılar ve makamlar kısaca şöyle sıralanabilir. Şüphesiz her makamın dahi ayet ve hadislerle uzun izahları vardır :

Şeriat Kapısının makamları

  1. İman etmek,
  2. İlim ögrenmek,
  3. İbadet etmek,
  4. Haramdan uzaklaşmak,
  5. Ailesine faydalı olmak,
  6. Çevreye zarar vermemek,
  7. Peygamberin emirlerine uymak,
  8. Şefkatli olmak,
  9. Temiz olmak,
  10. Yaramaz işlerden sakınmak.

Tarikât Kapısının makamları

  1. Tövbe etmek,
  2. Mürşidin ögütlerine uymak,
  3. Temiz giyinmek,
  4. İyilik yolunda savaşmak,
  5. Hizmet etmeyi sevmek,
  6. Haksızlıktan korkmak,
  7. Ümitsizliğe düşmemek,
  8. İbret almak,
  9. Nimet dağıtmak,
  10. Özünü fakir görmek.

Marifet Kapısının makamları

  1. Edepli olmak,
  2. Bencillik, kin ve garezden uzak olmak,
  3. Perhizkarlık, (aşırı istekleri sınırlamak )
  4. Sabır ve kanaat,
  5. Haya,
  6. Cömertlik,
  7. İlim,
  8. Hoşgörü,
  9. Özünü bilmek ve
  10. Ariflik.

Hakikât Kapısının makamları

  1. Alçakgönüllü olmak,
  2. Kimsenin ayıbını görmemek,
  3. Yapabileceğin hiçbir iyiliği esirgememek,
  4. Allah’ın her yarattığını sevmek,
  5. Tüm insanlari bir görmek,
  6. Birliğe yönelmek ve yöneltmek,
  7. Gerceği gizlememek,
  8. Manayı bilmek,
  9. Sırrı öğrenmek ve
  10. Varlığa ulaşmak (Vahdet-i Vücud

Konuyla ilgili sorularınız olursa aşağıdaki "yorum yaz" kısmından bize ulaştırabilirsiniz.

Selam ve dua ile.



30 Ağustos 2016 Salı

Deizm...

 

         Bir tanrının varlığına inandığı halde, peygamberlerin varlığını kabul etmeyen, diğer bir deyişle bir dine inanmayan, deist denen, bir kısım insanlara hakikati tebyin(açıklama) için bir kaç delil ile peygamberlerin varlığının zorunlu olduğunu açıklayacağız.

      Tanrının özelliklerinden bazıları neredeyse tüm dünyada birbirinin aynısıdır. Mesela Tanrının ezeli, ebedi, kusursuz olması gibi sıfatları bir Hindu ve bir Hristiyan için ortaktır. Çünkü akıl bunu gerektirir. Mesela, bigbang sebebiyle, kainatın ezeli olmadığını kabul eden bir deist tanrının zorunlu olarak ezeli ve yoktan var edebilme kudretinde olduğunu kabul eder. Tanrının her şeyi bilen olması ise kainata koyduğu kuralların kusursuzluğundan anlaşılır. Kaninatta her şeyin bir sebep ve sonuç ilişkisi içerisinde, hikmetle işleyişi ise bir Hakim-i Mutlak-ı (Her işini hikmetle yapan) haber verir. Böylece Arapça Subhan(kusursuz) bir tanrı tarifine kolayca varılabilir.

     İşte bu kusursuz tanrının manasız, boş bir iş işlemeyeceği aşikardır. Bu alemleri neden yarattığı, insanı neden bu aleme yerleştirdiği, neden insana irade ve tefekkür(düşünme) yeteneği verdiği hakkında düşünülür ise, Tanrının yaratıkları tarafından tapılmak, sevilmek ve bilinmek istediği, bu vazifeler için ise insanı seçtiği ortaya çıkar. İlk insanı yarattığında ona vazifelerini, neden yaratıldığını açıklamış olmalıdır. Daha sonra kendini unutan insanlığı tekrar kulluk yoluna sokmak üzere, sonsuz merhametinin gereği bazı kullarını kendisi için haberci seçmesi ise yine bir zorunluluktur.

       Tanrının mutlak adil olduğu, ancak dünyada adaletin olmadığı ortada olduğuna göre muhakkak bir adalet gününün var olması gerektiği anlaşılır. Bu adalet gününü unutan insanlara tekrar gerçekleri hatırlatmak, tanrının emirlerini ve yasaklarını bildirmek ve onlara tam bir örnek  teşkil etmek bu seçilmişlerin vazifeleri olmalıdır.

      Yani peygamber denen tanrının seçilmiş kulları olmak zorundadır. Kusursuz bir tanrının, sebepsiz yere irade ve fikir sahibi yaratıklar yaratıp öldürmesi kabul edilemez. Mesele kimlerin gerçekten hak bir yol üzere olduğunu bulmakta sanırım.


   

28 Ağustos 2016 Pazar

Mevlana'nın Mesnevisi Hakkında


 
          Mevlana Celaleddin Rumi büyük bir mutasavvıf olmasının yanı sıra büyük bir alim idi ve alim bir sülaleye mensup idi. Seyrü sülükü(müridin tasavvufi halleri, yolculuğu) anlattığı mesnevisi en meşhur bir tasavvufi eserdir. Mevlana Abdurrahman'ı Cami (Klasik medreselerde Arapça dil bilgisi kitaplarının en son okutulan Kafiye şerhinin yazarı, zamanının pozif ve dini ilimlerini  kendinde toplamış, allame bir Nakşi şeyhi) Mevlana hakkında “Ben onu size nasıl anlatayım; peygamber değildir ama kitabı vardır.” demiştir. Bu sözüyle mesnevinin kadrinin yüceliğini, manevi ilham ve işaretler ile yazıldığını açıklıyor.

          Mesnevi yaklaşık 5000 beyitten oluşur. İçinde yüzlerce ibretlik kıssa ve hikayeler nakledilmiş. Bu hikayelerden hatırladığım kadarıyla dört tanesi cinsel içerikli hikayelerdir. Bu hikayeler anlatılırken ve anlatım sonrası, yapılan iş kötülenmiş, kıssadan çıkarılması gereken hisse açıklanmıştır. Yapılan nakillerde asla bir günah övücülüğü, fuhşu normal gösterici bir taraf yoktur.

          Kuran-ı Kerim'de Lut Kavmi hakkında “Hakikaten siz kadınları bırakıp, şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Hayır, siz haddi aşan bir toplumsunuz.” buyurulmuş, yapılan iş sarahaten dile getirilmiş ve kötülüğü belirtilmiş olması gibi Mesnevide de bir konuyu açıklamak için böyle hikayeler kullanılmıştır. Göğüsleri yeni tomurcuklanmış yaşıt, iri gözlü huriler haber verilmiş, insanlar ibadete teşvik edilmiştir. Bu bize biraz çıkarcılık ve şehvet tahriki gibi görünse de ayetler ortada.

        Eğer bir kötü iş özendirme, normal gösterme kastı olmaksızın anlatılsa bunda bir beis(günah) yoktur. Nitekim fıkıh kitapları ölü ile cinsel ilişkiden, çocuk istismarına kadar fevahiş hakkında verilen fetvalar ihtiva eder. Yani meselede kasıt ve niyet önemlidir. Bizim hoşumuza gitmemesi, anormal bulmamız bir işin haram veya mekruh olmasına delil teşkil etmez.

      Hz. Ebubekir'in Hudeybiye günü Resulullah'ın huzurunda, Mekkeli Müşriklerin Elçisi olan Süheyl İbni Amr'ın <Ey Muhammed, çevrende, halktan toplanmış, seni terk edip kaçmaya mutemâyil kimseler görüyorum demesi üzerine, < Sen gitteLât putunun fercini yala! Biz mi Rasulullah'ı terk edib yalnız bırakacağız" dediği meşhurdur. Ne Resulullah, ne de ashab bu sözü üzerine onu uyarmadılar. Halbuki Resulallah kaba konuşmazdı, konuşana da müdahale ederdi.

     Demek ki mesele bir maksat(amaç) meselesidir. Ne Mevlana ne de Mesnevi bu kıssalardan dolayı zem(kötülemek) edilemez.Mesneviyi okuyup yüzyılladır iman edenler, tövbe edip İslami bir hayatla şereflenenler milyonları aşmış iken bu meseleden dolayı Mevlana'ya dil uzatan kendince gayreti diniye sahibi arkadaşlara Allah'tan akıl diliyoruz.
   

     
   

     

24 Ağustos 2016 Çarşamba

Vahdeti Vücud Üzerine



        Vahdeti vücut hem mutasavvıflar arasında hem munkirler arasında çokça tartışılan bir konu olagelmiştir. Konuya şiddetle taarruz edenlerin ekserisi soyut düşünme kabiliyeti olmayan, kendi öz varlığı hakkında kendine sorular sormamış kişilerdir. Kelam okumuş kişiler, ve hatta bir derece felsefe ilminden haberi olanlar vahdeti vücut konusu hakkında çok daha az ham kelam ederler, kendileri o hali tatmamış olsalar dahi.

       Mürid, hakkın zikri ile günlerini doldurup; Onlar ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken Allah'ı zikrederler [Ali İmran 191] ayeti muktezasınca bir kıvama erişince murakabe emredilir. Murakabenin manası; Ve siz nerede iseniz O, sizinle beraberdir [Hadid 4] ayeti ve bazı benzer ayetleri tefekkür etmekdir. Böylece devam eden kişi hakkın rahmet ve marifet nurlarına batar ve mustağrak(boğulur) olur. Demirci ocağına giren demirin ateşe benzemesi gibi kendi varlığını nurlarda erimiş bulur. İşte bazı zatlar bu nurları Zat-i Subhani sanmışlar, bazıları bu mertebede cenabı hakkın sıfatlarının tecellilerini, zatının tecellileri sanmışlar.

       Kelam ilimleri arasında en çetin meselelerden biri, Allahın zatı, isimleri ve sıfatları hakkındadır. Allahın zatı sıfatlarının aynımıdır ğayrımıdır. Aynıdır dersek teaddüdi kudema yani ezeli varlıkların birden fazla olması, yani tek ezeli Allah değil, yaratılmamış ezeli başka şeyler olması lazım gelir. Ayrıdır dersek Allahın zatının evvelde bu sıfatlardan yoksun olduğu manası doğar. Yani Allah evvelde mürid değil idi sonradan irade sahibi oldu, veya evvelce kelam sıfatı yoktu, sonradan konuştu demek lazım gelir. Bu görüşlerin ikisi de ehli sünnetçe küfür dür. Ehli sünnet bu konuda bir muamma söylemiştir; Allahın Zatı sıfatlarının ne aynıdır ne ğayrıdır.

     İşte vahdetin sırrıda bu noktadadır. Mürid Allahın sıfatlarının tecellisine kavuştukta, mesela, irade sıfatı cenabı hakkın iradesinde yok olunca yani gerçekten onun sevdiği şeyleri tamamen sevince sevmediklerini sevmeyince ne olur?

     "Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım (aynî veya kifaye) şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum. Ben yapacağım bir şeyde, mü'min kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüte düşmedim: O ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi sevmem."(Buhârî, Rikak 38.)

       Bu hadisi şerif gerçekten meseleyi izahta yeterlidir. İmamı Malikin dediği gibi herkesin sözünden alınan var atılan var, ancak peygamberimiz hariç. Eğer, bir kimse ilahlık iddia ediyor ise, firavudan farkı nedir. Eğer hali kendine galip geliyor ve şuuru yerinde değilken bazı eğri diyor ise sözünü kendine terk ederiz. Mesela bir kimse hem namaz kılar hem enel hak derse anlaşılır ki o hal ile bu sözü demiştir. Hallacı Mansur gibi.

      Fena diye anlatılan makam, kulun Hakkın zikrinden Asırlar geçse bir an gafil olmayacak hale gelmesidir. Öyle ki dünya ve içindekileri, kendi varlığını unutmasıdır. Bu makam aşılınca beka el verir. O zaman kul yine zikreder olsada şuuru yerinde olur, işte bu irşad makamıdır. Bekaya dönmemiş velilerde böyle divane halleri bulunur ve taklidi caiz olmaz.

      Şeyhi Ekberin(Muhyiddin ibni Arabi) kelamını Fatih Sultan Molla fenariye şerh ettirdi, ve şeriatle telifi mümkün görüldü. O tarihten itibaren Osmanlı uleması arasında tasavvufun bu en ağır meselesine bile itirazlar kalktı, bir iki istisna dışında. Osmanlıda ibahiliğe varan vahdet kelamı küfür sayılmış, diğerlerine dokunulmayıp sekr halidir denilmiştir.

       Mevla ile birlik iddiasında bulunan meşayıh, benim iradem onun iradesinde yok olmuştur, diyor.  Bedenim onda yok olmuştur demiyor. çünkü mutasavvıfların çoğuna göre zaten beden dediğimiz bu görünenler aslında yoktur, bir hayal ve vehimden ibarettir.

       Bu konular her dinde ve felsefede bir benzer şekilde tartışılmıştır denebilir. İdealar alemi kuramı, hatta Matrix, Avatar, Yüzüklerin Efendisi ve bunlara benzer birçok filim aslında Yahudi, Hristiyan ve Mason teolojisinin bir yan ürünüdür. Bunların esası ise nebevi bir ilme, geçmiş Rasullerin kitaplarına dayanır. Ancak bir çoğu tahrif olmuş ve şirk ile bulaşmıştır. Dünyada ki müşriklerin çoğu Tanrının sıfatlarında pek hata etmemişler, ancak peygamberlerin sıfatlarında aşırı gidip müşrikler olmuşlardır.

       Vahdeti vucud hakkında mutasavvıfine hucum eden arkadaşlardan istirhamım, bir süre ben dediğim şey nedir, bu ben denen şey vucudumun içinde midir, bu ben ruh ile aynı şey midir, Allah nasıl vahy eder, kelamı harfsiz, nefessiz, sessiz ise nasıl duyulur, anlaşılır,  Allahı cennette görmek nasıl mümkün olur, Allah bizi nasıl görüyor, harhangi bir yonden görmesi caiz olmadığına göre; bu gibi konularda düşünsünler. İlk okul seviyesindeki bilgileriyle modern fizik, izafiyet teorisi gibi meselelerle uğraşmasınlar. Eğer anlamıyorlarsa, ki anlaması çok zor konular bunlar, ona buna kafir demesinler. Bir kişi ben müslüman değilim demedikçe ona kafir demek internette yazan çoluk çocuğun işi değildir. O vazife eğer şu an olsaydı şeriat mahkemesinin işi idi.
        

      

22 Ağustos 2016 Pazartesi

Kader nedir? Nasıl Anlaşılmalıdır ?



        Kader nedir? Kader mevzuunda çokça söz söyleniyor, çokların da ayağı kayıyor.

        Kader Allah'ın ilim sıfatının bir kaçınılmaz sonucudur. Allah'ın zamandan münezzeh(zamansız, zamana muhtaç değil) olması, ve her şeyi bilmesinin sonucu olarak ortaya çıkan ve bizim aklımızın tamamen kavramasına imkan olmayan bir konu.
     
        Hadid suresi 3. ayette Ve o her şeyi bilir buyruluyor. Allahın zamandan ve mekandan müznezzeh olmasının delili ise, Onun benzeri hiçbir şey yoktur [Şura 11], Allah Samed'dir. (Her şey O’na muhtaçtır; O, hiçbir şeye muhtaç değildir.)[İhlas 2] ve buna benzer ayetlerdir.

        Akli delli ise İzafiyet teorisine göre zamanın mekana bağımlı olmasıdır.
T=C^2/M
Burada T zaman, M kutle ve C^2 ışık hızının karesidir. Görüldüğü gibi zaman maddeye bağımlıdır, maddesiz zaman olanaksızdır, her nekadar aklı zorlasada. Madde ise big bang ile ortaya çıkmıştır. Yerlerin göklerin sonradan yaratıldığı zaten ayet ile sabittir.

          Allah'ın zamansız olduğu ve herşeyi bildiği cümlesi üzerinde düşünülecek olur ise kader anlaşılmış olur bir nebze. Kader Allah'ın sıfatlarıyla ilişkili olduğundan, ve onun sıfatları da sonsuz ve aşkın olduğundan tamamen anlaşılmasına ve kavranmasına imkan yoktur. 

         Abdülaziz Bayındır kader hakkında bazı hezeyanlar dile getirmiş ve bir fitneye sebep olmuş idi. Kendisi insanın iradesi ile yapacağı seçimleri Allah'ın bilemeyeceği iddiasındadır. Bu iddia akla da kurana da sünnete de aykırıdır. Kuranda Ebu Leheb ve hanımının iman etmeyeceklerine ve kafir oleceklerine, firavunun iman etmeyip boğulacağına, Nuh kavminin artık iman etmeyecek olduğuna dair kişilerin seçimlerinden evvel verilen haberler var. Ve daha bir nice... 

       Şefaatte Allah'ın kaderindendir. Hesap günü cehennemlik çıkan bazı kulların şefaatle cennete gitmesi de kader icabıdır. Dualarla ecelin değişmesi dahi öyledir. Her halu karda Allah bir dairenin merkezinin çevresine uzaklığı her yerde eşit olması gibi dünü bu günü ve yarının bir fark olmadan bilir diye iman etmek farzdır, inkarı ise kuranı inkar olur.
       

Hakkımızda

              Bismillahirrahmanirrahim

       
              Elhamdülillah, vessalatü ala rasulillah. Gayemiz Allahın verdiği nefesi Allah yolunda harcamaktır. Geçmiş büyüklerin kitaplarından, ve üstadımızın mübarek sohbetlerinden derlediğimiz hakikatleri neşretmek, aklı karışmış olan genç kardeşlerimizin iyi niyetli sorularına elden geldiğince doğru ve teskin edici cevaplar vermek, fitne peşinde olan bir kısım cahillerin fitnelerini söndürmek ve böylece cenabı hakkın ve cahidu(cihad ediniz) emrini yerine getirmek için bu bloğu kurduk.

            Fen lisesi mezunuyuz. Elektirik elektronik mühendisliği okurken ilahiyata geçiş yaptık. İngilizce ve Arapça (öğrenimi devam ediyor) biliyoruz. Mutasavvıf ehlisünnet çizgisinde bir islam ve hayat anlayışı ile hareket etmekteyiz. Lise yıllarından beri tebliğ işleri ile meşgulüz. Evrim, vahdet-i vucud, mezhepler tarikatlar tarihin, yakın tarih, coğrafya, biraz felsefe, edebiyat, dünya tarihi, fizik, kimya, biyoloji vs gibi konularda çokça okumakla ömür geçirdik ve bu konular üzerinde düşünmek ve tartışmak ile staj yaptık.

          Allahın fazlı ve yardımı ile İslam aleminin batı karşısında dünya muvazenesinde geri düşmesinin sonucunda ortaya çıkan pozitivist islamcılığın(modernizmin), peygamberimizin hakkında felaket ve müsibetler, fesat ve dinsizlik orada(Necid’de)dir, ve orada Karnus-Seytan(seytanin boynuzu) dogacaktir [Buhari, Istiska:26,No:990,1/351] buyurduğu Necidden çıkma Vahhabiliğin(işid-selefilik) ortaya çıkardığı komplikasyonlara elden geldiğince cevap vereceğiz ve şeriat ile sünnetin şerhi manasında ki tasavvufu anlatacağız.

       Velhamdülillahi rabbil alemin.