24 Ağustos 2016 Çarşamba

Vahdeti Vücud Üzerine



        Vahdeti vücut hem mutasavvıflar arasında hem munkirler arasında çokça tartışılan bir konu olagelmiştir. Konuya şiddetle taarruz edenlerin ekserisi soyut düşünme kabiliyeti olmayan, kendi öz varlığı hakkında kendine sorular sormamış kişilerdir. Kelam okumuş kişiler, ve hatta bir derece felsefe ilminden haberi olanlar vahdeti vücut konusu hakkında çok daha az ham kelam ederler, kendileri o hali tatmamış olsalar dahi.

       Mürid, hakkın zikri ile günlerini doldurup; Onlar ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken Allah'ı zikrederler [Ali İmran 191] ayeti muktezasınca bir kıvama erişince murakabe emredilir. Murakabenin manası; Ve siz nerede iseniz O, sizinle beraberdir [Hadid 4] ayeti ve bazı benzer ayetleri tefekkür etmekdir. Böylece devam eden kişi hakkın rahmet ve marifet nurlarına batar ve mustağrak(boğulur) olur. Demirci ocağına giren demirin ateşe benzemesi gibi kendi varlığını nurlarda erimiş bulur. İşte bazı zatlar bu nurları Zat-i Subhani sanmışlar, bazıları bu mertebede cenabı hakkın sıfatlarının tecellilerini, zatının tecellileri sanmışlar.

       Kelam ilimleri arasında en çetin meselelerden biri, Allahın zatı, isimleri ve sıfatları hakkındadır. Allahın zatı sıfatlarının aynımıdır ğayrımıdır. Aynıdır dersek teaddüdi kudema yani ezeli varlıkların birden fazla olması, yani tek ezeli Allah değil, yaratılmamış ezeli başka şeyler olması lazım gelir. Ayrıdır dersek Allahın zatının evvelde bu sıfatlardan yoksun olduğu manası doğar. Yani Allah evvelde mürid değil idi sonradan irade sahibi oldu, veya evvelce kelam sıfatı yoktu, sonradan konuştu demek lazım gelir. Bu görüşlerin ikisi de ehli sünnetçe küfür dür. Ehli sünnet bu konuda bir muamma söylemiştir; Allahın Zatı sıfatlarının ne aynıdır ne ğayrıdır.

     İşte vahdetin sırrıda bu noktadadır. Mürid Allahın sıfatlarının tecellisine kavuştukta, mesela, irade sıfatı cenabı hakkın iradesinde yok olunca yani gerçekten onun sevdiği şeyleri tamamen sevince sevmediklerini sevmeyince ne olur?

     "Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım (aynî veya kifaye) şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum. Ben yapacağım bir şeyde, mü'min kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüte düşmedim: O ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi sevmem."(Buhârî, Rikak 38.)

       Bu hadisi şerif gerçekten meseleyi izahta yeterlidir. İmamı Malikin dediği gibi herkesin sözünden alınan var atılan var, ancak peygamberimiz hariç. Eğer, bir kimse ilahlık iddia ediyor ise, firavudan farkı nedir. Eğer hali kendine galip geliyor ve şuuru yerinde değilken bazı eğri diyor ise sözünü kendine terk ederiz. Mesela bir kimse hem namaz kılar hem enel hak derse anlaşılır ki o hal ile bu sözü demiştir. Hallacı Mansur gibi.

      Fena diye anlatılan makam, kulun Hakkın zikrinden Asırlar geçse bir an gafil olmayacak hale gelmesidir. Öyle ki dünya ve içindekileri, kendi varlığını unutmasıdır. Bu makam aşılınca beka el verir. O zaman kul yine zikreder olsada şuuru yerinde olur, işte bu irşad makamıdır. Bekaya dönmemiş velilerde böyle divane halleri bulunur ve taklidi caiz olmaz.

      Şeyhi Ekberin(Muhyiddin ibni Arabi) kelamını Fatih Sultan Molla fenariye şerh ettirdi, ve şeriatle telifi mümkün görüldü. O tarihten itibaren Osmanlı uleması arasında tasavvufun bu en ağır meselesine bile itirazlar kalktı, bir iki istisna dışında. Osmanlıda ibahiliğe varan vahdet kelamı küfür sayılmış, diğerlerine dokunulmayıp sekr halidir denilmiştir.

       Mevla ile birlik iddiasında bulunan meşayıh, benim iradem onun iradesinde yok olmuştur, diyor.  Bedenim onda yok olmuştur demiyor. çünkü mutasavvıfların çoğuna göre zaten beden dediğimiz bu görünenler aslında yoktur, bir hayal ve vehimden ibarettir.

       Bu konular her dinde ve felsefede bir benzer şekilde tartışılmıştır denebilir. İdealar alemi kuramı, hatta Matrix, Avatar, Yüzüklerin Efendisi ve bunlara benzer birçok filim aslında Yahudi, Hristiyan ve Mason teolojisinin bir yan ürünüdür. Bunların esası ise nebevi bir ilme, geçmiş Rasullerin kitaplarına dayanır. Ancak bir çoğu tahrif olmuş ve şirk ile bulaşmıştır. Dünyada ki müşriklerin çoğu Tanrının sıfatlarında pek hata etmemişler, ancak peygamberlerin sıfatlarında aşırı gidip müşrikler olmuşlardır.

       Vahdeti vucud hakkında mutasavvıfine hucum eden arkadaşlardan istirhamım, bir süre ben dediğim şey nedir, bu ben denen şey vucudumun içinde midir, bu ben ruh ile aynı şey midir, Allah nasıl vahy eder, kelamı harfsiz, nefessiz, sessiz ise nasıl duyulur, anlaşılır,  Allahı cennette görmek nasıl mümkün olur, Allah bizi nasıl görüyor, harhangi bir yonden görmesi caiz olmadığına göre; bu gibi konularda düşünsünler. İlk okul seviyesindeki bilgileriyle modern fizik, izafiyet teorisi gibi meselelerle uğraşmasınlar. Eğer anlamıyorlarsa, ki anlaması çok zor konular bunlar, ona buna kafir demesinler. Bir kişi ben müslüman değilim demedikçe ona kafir demek internette yazan çoluk çocuğun işi değildir. O vazife eğer şu an olsaydı şeriat mahkemesinin işi idi.
        

      

1 yorum:

  1. Mesnevideki açık seçik hikayeler hakkındaki düşünceniz nedir ?

    YanıtlaSil